Tehlike çanları ne zaman çalmaya başlar?
Moris Crespin
Ülkemizde birçok olay veya durum karşısında toplumun farklı kesimlerinin farklı, hatta zıt görüşte olduklarına şahit olmaktayız. Konu bir gün deprem, bir gün ilişiği kesilen askerler, bir başka gün bir dev proje olarak karşımıza çıkmakta. Sanki bir tarafın ak dediğine, karşı taraf illa kara demekte. Hatta, bir taraf, karşı gördüğü tarafı haksız, çıkarcı, hatta vatan haini ilan edebilmekte. Bu ortamla ilgili sık sık kutuplaşma (polarizasyon) sözcüğünü işitmekteyiz.
Hedefim, bu yazı dizisinin ilk bölümünde şu sorulara cevap bulmak: Farklı görüş ve düşünceler bir toplum için tehdit midir? Kutuplaşma nedir, etkileyen faktörler nelerdir, hangi aşamada tehlikeli boyuta ulaştığını anlarız? Öncelikle bazı kavramları tanımlayıp, doğru yerlere oturtmaya çalışalım.
Araştırmalar, insan doğasının homofili (bireyin benzerleriyle ve ortak özellikler taşıyanlarla bağ kurma ve birlikte olma) eğiliminde olduğunu işaret eder. Benzerleriyle bir arada olma, bireye kendini daha güçlü ve güvenli olduğu hissini verir. Ayrıca bireylerin gruplar oluşturmaları veya gruplara katılmalarının altında ilişki kurma, ait olma duygusu ve sosyal kimlik edinme ihtiyaçları yatar. En ilkel kabileden, en karmaşık toplumlara gruplara aidiyette, bu dinamikleri görebiliriz. Bireyin ırk, din, sosyoekonomik statü, yaş, yaşam tarzı gibi faktörler çerçevesinde kendini yakın veya ait hissettiği (bazen de olmak istediği) grupları bundan sonra ‘iç grup’ (Balkan Göçmenleri Dayanışma veya Çevre Koruma dernekleri, meslek örgütleri gibi), kendinden farklı olarak gördüğü grupları da ‘dış grup’ olarak adlandıralım.
Tajfel ve Turner, geliştirdikleri ‘Sosyal Kimlik Teorisi’nde grup aidiyetinin bireye benlik duygusu ve öz saygı kazandırdığı, bireyin sosyal kimliğinin bir parçasını oluşturduğunu ifade eder. Bu teoriye göre insanlar, ‘biz’ olarak kabul ettikleri grup içinde güven ve dayanışma, ‘onlar’ olarak algıladıkları kesime karşı da uzaklaşma hissederler1. İç gruba aidiyet ve dış gruptan uzaklaşma, özellikle ideolojik ve politik konularda daha da keskinleşebilir. ‘İç grup yanlılığı’ olarak adlandırılan bu eğilim, ‘onlar’ olarak nitelenen dış grup üyelerine karşı olumsuz ön yargılar ve stereotiplemeler getirebilir ve kutuplaşmanın temelini oluşturur. ‘Biz’ olarak kabul edilenlerin ‘doğru, ahlaklı, haklı, tehdit altında, mağdur…’ olarak, ‘onlar’ın ise ‘kötü, adaletsiz, ahlaksız, niteliksiz, mağduriyet yaratan…’ olarak görülmelerine sebep olur.
Kutuplaşmanın temelindeki bir diğer faktör de, ‘doğrulama yanlılığı’dır (confirmation bias). Bu kavram bireyin kendi görüşlerini destekleyen bilgileri seçmesi, karşı bilgi ve fikirleri görmemesi veya reddetmesi anlamına gelir1.
Bu geldiğimiz noktada kutuplaşmanın tanımını şöyle yapabiliriz: Kutuplaşma, farklı görüşlü gruplara ait bireylerin daha da uç noktalara kayması, deyim doğru olacaksa ‘radikalleşmesi’, böylelikle gruplar arasında iletişimi ve bağlantıyı büyük oranda kesen uçurumlar oluşması durumudur. Burada kutuplaşmanın, farklı görüşteki grupların mevcudiyeti olmadığının altını çizmekte yarar var. Zira bir toplumda herkesin, her an, her konuda aynı şeyi düşünmesi ve aynı görüşte olması mümkün değildir. Bu nedenle, en ideal düzen olarak kabul ettiğimiz demokratik sistemlerde amaç, herkesin birebir aynı olduğu tam anlamıyla homojen bir toplum oluşturmak değildir. Amaç, farklı görüşlerin bir arada, yeri geldiğinde birbirleriyle mücadele etmeleri ama bu mücadele ve rekabette hukuki normların, toplumsal değerlerin korunmasıdır.
Kutuplaşmada birey kendi muhakemesini yapan, vicdanının sesini duyabilen hür bir birey olmaktan çıkar. Sorgulama yetisini kaybeder, hatta bazı durumlarda vicdanının sesini bile duyamayacak duruma gelir. Durum veya problem, kendi dinamikleri içerisinde ve konunun esasından değerlendirilmez. Rasyonellik geriye düşüp, duygusallık ön plana çıkar.
Kutuplaşmanın güçlenmesi demokrasi kavramına zarar verir, çünkü demokrasinin mayasında farklılıkların doğal kabulü vardır. Demokrasi bir arada yaşama kültürüdür ve farklı görüşlerin bir arada mevcudiyetini onaylayan, hatta destekleyen, bu görüşlerin savunulması ve tartışılmasını mümkün kılan bir yapıdadır. Bu aşamada karşımıza aralarında ince bir çizginin olduğu iki kavram çıkar; toplumsal çeşitlilik ve toplumsal bölünmüşlük. Aralarındaki fark, bölünmüşlüğün, toplumsal çeşitliliğin iyi yönetilememiş, farklı kesimlerin aralarında sağlıklı mücadelesi sağlanamamış, grup içindeki dayanışmanın grupların birbirleriyle kavgaya evrilmiş hali olmasıdır.
Kutuplaşmayla birlikte liyakatin yerini sadakat alır; eğitimden, sağlığa, iş hayatından, bilime birçok alanda karar ve uygulamaların, toplumun lehine belirli normlar çerçevesinde değil de, grubun yararı öncelenerek alınmasına sebep olur. Ayrıca, çarklarının bu şekilde döndüğü ve döneceğine olan inanç, toplumun adalet gibi birçok önemli kavrama ve genel anlamda devlete güvenini yaralar.
Başlığımızdaki tehlike çanları ne zaman çalar sorumuza gelecek olursak, “adalet duygusunun çöktüğü, kendi grubunun menfaatinin esas alındığı, diğer gruptan kimselerin ötekileştirilip, haksızlığa düşmesine ses çıkartılmadığı, hatta memnun olunduğu, toplum çıkarlarının, kendi grubunun başarısı veya iyiliğine feda edildiği ve dolayısıyla toplumsal barışa tehdit oluşturduğu” aşamaya gelindiğinde olarak cevaplayabiliriz. Fakat korkarım ki, çanlar çalmaya başladığında artık vicdanlar körleşmiş, kulaklar duyabilme yetisini kaybetmiş olabilir.
1 Sn. İrem Aydınlar’ın ‘Toplumsal kutuplaşma: Psikolojik Bir Bakış’ başlıklı yazısı