Burdur’un Bucak ilçesinde bir İsrailli vatandaşın arazi satın alması, bir anda ülke gündeminin ortasına düştü. Haber duyulur duyulmaz dört bir yanda öfke patladı.
“Vatan satılıyor!”
“Toprak elden gidiyor!”
“İzin vermeyelim!” diye feryatlar yükseldi.
Ancak bu tepki, aynı ülkenin başka yerlerinde yıllardır yaşanan sessiz bir alışverişi görmezden geldi: Arap sermayesi sahilleri, yaylaları, tarım ovalarını adım adım satın alırken kimsenin sesi bu kadar gür çıkmadı.
Ne sosyal medyada ne bu kadar öfke vardı, ne manşetlerde bu kadar endişe.
Hatta kimi zaman bu satışlar “doğrudan yatırım” adıyla alkışlandı, “turizm gelişiyor” diye pazarlanarak meşrulaştırıldı.
Peki neden?
Aynı toprak, aynı vatan, aynı tehdit… Ama tepki neden farklı?
Cevap acı: Irkına göre tepki veriyoruz.
İsrailli bir birey toprak alırsa kıyamet kopuyor. Arap sermayesi köyleri, sahilleri topluca satın alırken ise, ya sessizlik hakim, ya da “iyi oldu, değerlendirdik” deniyor.
Avrupalı alırsa da “medeniyet geldi” oluyor.
Oysa unutmamamız gereken şudur: Vatan, alıcının kimliğine göre değer kaybetmez; ama bizim samimiyetimiz alıcının kimliğine göre çöküyorsa, asıl kayıp budur.
Bu, milliyetçiliğin değil; önyargının sesidir.
Toprak; üzerine Basılan Değil, Uğruna Yaşanılan Hafızadır
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konudaki net duruşu bize ışık tutmalıdır:
“Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır.”
Ve yine der:
“Türk köylüsünün toprağı, onun emeği ve namusudur.”
Toprak sadece sınır çizgisi değil; kimliktir, geçmişin izidir, geleceğin teminatıdır. Bu topraklar, tapu senediyle değil; kanla, terle, ekinle vatan olmuştur.
Ve ne zaman bu toprakları “sadece bir mülk” gibi görmeye başlarsak; işte o zaman kaybetmeye başlarız…
Filistin örneği herkesin aklında yer etmiştir: 19. yüzyılın sonlarından itibaren, bireysel satışlar ve ihmaller, zamanla sistemli toprak kayıplarına dönüşerek; bu satışlar bugün hala devam eden çatışmaların, parçalanmanın ve yersizliğin temelini oluşturur.
Ama bu sadece Filistin’e özgü bir kader değildir.
Kırım Tatarları: Çarlık Rusyası döneminde, Tatar köylerinde topraklar sistemli olarak Slav nüfusa satıldı. Zamanla bu halk, yaşadığı toprakta azınlığa dönüştü. Bugün hala vatanlarına dönmeye çalışan bir halkın dramı sürüyor.
Balkan Türkleri: Balkan savaşlarından önce başlayan toprak kayıpları, sadece askeri değil, mülkiyet temelliydi. Satılan veya el konulan topraklar, yüz binlerce Türk ailesini göç yollarına düşürdü. Bir zamanlar Osmanlı köyü olan pek çok bölge artık adını bile unuttuğumuz geçmişlere sahip.
Kıbrıs: İngiliz yönetimi sırasında başlayan toprak devri süreçleri, adada demografik yapıyı bozdu. Bugün hala çözülemeyen bir adanın tarihine bakıldığında, en temel kırılma noktalarından biri toprağın el değiştirmesidir.
Doğu Türkistan (Uygur Bölgesi): Çin’in sistemli politikalarıyla, toprak sahipliği yavaş yavaş Han Çinlilere kaydırıldı. Tarım ve hayvancılıkla geçinen Uygur halkı, hem geçimini hem kültürünü kaybetti.
Bugün orada toprağı olan değil, sadece sesi bastırılan bir halk var.
Afrika ülkeleri (Sudan, Kenya, Mozambik): “Tarım yatırımı” kisvesiyle Çin ve Körfez ülkeleri, binlerce dönüm arazi satın aldı. Sonuç: yerli halk kendi toprağında ya işçi, ya da mülteci konumunda.
Ve bu sessiz işgal, kalkınma adı altında devam ediyor!...
Toprak Satışı, Milliyetten Bağımsız Bir Milli Felakettir
Toprak… Bir halkın yeryüzündeki varlık sebebi, belleği, kimliği ve namusudur. Üzerinde sadece ev değil, tarih birikir. Ağaç dikersin, gölgesinde çocukların büyür. Ekin ekersin, geleceğini biçersin. Toprak seninle konuşur, senin dilinde susar, senin şarkınla uyanır.
Ve bir gün… o toprak başkasının olur.
Toprak kaybı her zaman tankla,silahla gelmez. Bazen kağıt üstünde, noter imzalarıyla, sessiz satışlarla gelir. Bazen “yatırım” diye, bazen “turizm” bahanesiyle, bazen de “kalkınma” adı altında… Ama her seferinde kalıcıdır. Çünkü satılan sadece bir arazi parçası değil, Bir halkın yurtla kurduğu bin yıllık bağdır.
Kim aldığının önemi yoktur.
İster İsrailli, ister Arap, ister Avrupalı… Alıcı değişir ama sonuç aynı kalır: Senin olan başkasının olur.
Ve zamanla… o “başkası” kalıcı olur.
Bu yüzden “İsrailli olursa hayır, Arap olursa olur” diyenler vatanı savunmaz, yalnızca önyargılarını büyütür.
Eğer vatan sevgisi gerçekten içimizdeyse, onu sadece düşmana karşı değil, gaflete, suskunluğa, çıkar hesabına ve seçici öfkeye karşı da savunmamız gerekir
Vatan sevgisi, afişle, sosyal medya paylaşımlarıyla değil; tutarlı duruşla olur. Ve tutarlılık, ırk ayrımı yapmadan, her toprak satışı karşısında aynı refleksi göstermekle başlar.
Gerçek vatan sevgisi, toprağın alıcısına değil, satılmasına itiraz etmektir. Her satışı, milliyetten bağımsız ama milletin geleceğiyle doğrudan ilişkili bir felaket olarak görmek gerekir.
Çünkü toprak elden gidince, arkasından sadece arazi değil; kültür, hafıza, üretim, dil, gelenek ve özgürlük de gider.
Bir sabah uyanırsın, Sahillerde tanımadığın bayraklar dalgalanır. Yaylalarda başka diller konuşulur. Ve sen artık kendi köyünde, kendi toprağında bir yabancı gibi hissedersin.
İşte gerçek felaket odur.
Ve o an geldiğinde…
Artık “Kim aldı?” diye sormanın hiçbir anlamı kalmaz.
Çünkü kaybettiğin, sadece toprak değil; ait olma hakkındır