Kişisel olan politiktir: Çok kişisel bir Cumhuriyet yazısı

Perspektif
26 Ekim 2023 Perşembe

Burcu Sunar Cankurtaran 

1980’lerde geçen çocukluğumda Cumhuriyet ve Atatürk günlük hayatımızın bir parçasıydı. Her milli bayramda büyük bir hevesle sınıflarımızı çiçeklerle süslüyor, her yere Türk bayrakları, Atatürk resimleri asıyorduk. İçli bir coşkuyla şiirler okunurken, ciddiyetle kavramaya çalışıyorduk anlatılanları. Düzgün çocuklardık, x-y-z diye kuşak harflendirmeleri, “aman üstüne varmayalım, bu yaşta böyle sendromlar normalmiş”ler başlamamıştı, düzgün olmama ihtimalimiz yoktu. Saçlar sıkı sıkıya bağlı, üzerimizde siyah önlük, bembeyaz yaka, gözlerimiz bayrakta ya da Atatürk büstünde, saygı duruşunda hareketsiz durmak, bizim için oldukça kolay ve günlük bir şeydi. Her sabah bir ağızdan andımızı okumadan sınıflara girmiyorduk. Haftaya İstiklal Marşı’yla başlıyor, hafta sonuna yine İstiklal Marşı’yla giriyorduk. İstiklal Marşı’nın bütününü daha ilkokul sıralarında öğrenmiştik. Bunları kendimiz için değil, ailemiz için değil, öğretmenimiz için değil, Atatürk’e ve onun bizim için kurduğu cumhuriyete layık olabilmek için yapıyorduk adeta. Atatürk, vatanı çocuklara ve gençlere emanet etmişti, işimiz çoktu ve elimizden gelenin en iyisini yapmalıydık. Sınıfta, koridorda, bahçede her yerde bizimleydi. O yıllarda bakkala, terziye, kuaföre gitseniz, her yerde Atatürk resmi asılı olurdu.

Ortaokul ve lise yıllarım da böyle geçti. Üniversiteye başladığımda, aldığım aile ve okul eğitimiyle tam bir cumhuriyet genciydim. Kendime güveniyor, geleceğimin parlak olduğunu düşünüyor, beni bekleyen macera dolu hayatta ülkeme de hizmet etmeyi istiyordum. Sene 1999’du. Türkiye AB’ye adaylık statüsü kazanmıştı. Neredeyse üye olmuş kadar mutluyduk, öyle ya, aday olabildiysek bir kere, eninde sonunda üye de olurduk.

Sonra üniversitede yepyeni bir şeyle karşılaştım. Rahmetli Kürşat Bumin’in basın tarihini konu alan derslerinin birinde, ilk kez bir Atatürk eleştirisi duydum. Bumin, Atatürk’ün gazetecilerle olan ilişkisindeki bazı otoriter tavırlarının eleştiriye açık olduğunu anlatıyordu. Şu anda bile o gün sınıfta nerede oturduğum, kürsüyü hangi açıyla gördüğüm hafızamda çok net. Çünkü çok şaşırmıştım. Atatürk’ün eleştirilebileceğini gerçekten bilmiyordum. Sadece şaşırmamış, kızmıştım da. Lisans ve yüksek lisans eğitimimi almaktan hep çok mutlu olduğum İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde yıllar içinde alışkın olmadığım daha pek çok şey duyacak, farklı fikirleri, vizyonları olan pek çok hocadan farklı alanlarda dersler alacak, hiçbir şeyin eleştiriye kapalı olamayacağını öğrenecek ve daha güzeli bunu içselleştirecektim. Üniversite benim için sonsuz bir özgürlük dünyasının simgesi olacak, istediğimi düşünebileceğimi, ifade edebileceğimi, bilginin hayatın her yerinde keşfedilmek için bizi beklediğini orada öğrenecektim. Ve bunları öğrendikçe, kendime güvenim daha da artacak, Atatürk’e borcumuzun ne olduğunu daha iyi anlayacak, genç bir Cumhuriyet kadını olmanın tadına varmaya başlayacaktım. O yıllarda ben ve arkadaşlarım, “neden her yerde Atatürk resmi var?” diye sorarak otoriterlik göndermesi yapan, okulumuzu ziyarete gelmiş Yunanlı akranlarımıza hem hak verecek, hem ülkemizi savunacak, hem onlarla düşünce tartışmasına girecek, hem de akşam hep beraber yemeğe çıkıp rakı içip omuz omuza dans edecek kadar güvenliydik. Ve ben yine bunu norm sanma gafletine düştüğümü, ancak İstanbul Üniversitesi’nde asistan olduğumda anlayacaktım.

Atatürk’ün çok önem verdiği Üniversite Reformu’nun en derin hissedildiği kurum olan İstanbul Üniversitesi, kuşkusuz ülkenin en eski, en büyük, en etkili üniversitesiydi. Orada asistan olmak hayallerden bile güzeldi. Ancak benim lisans ve yüksek lisans yıllarımda içselleştirmiş olduğum, her şeyin sorgulanabilirliği, her şeyin eleştirilebilirliği,  tartışılabilirliği burada norm değildi. Atatürk burada bilimin bir nesnesiydi, ama o bilim tarihten öteye gitmiyordu. Şu işe bakın ki böyle düşünen bir genç olarak, yıllarca, diğer asistan arkadaşlarımla beraber, hocaların yerine, fakültenin Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi derslerine girdim. Ne anlatacağımız belliydi, Birinci Dünya Savaşı, Mondros, Sevr, Kurtuluş Savaşı, Mudanya, Lozan.

Bir gün, bunları artık çok ezberlenmiş ve sıkıcı bulduğum için, yeni bir soluk getirmek amacıyla, derse Vamık Volkan’ın çeşitli kitapları ve makaleleriyle gittim. Bilmeyenler için, Vamık Volkan, dünyada psikanalizin en önemli isimlerinden olan, defalarca Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmiş, ne kadar gurur duysak az olan bir Kıbrıs Türkü. “İlkokuldan beri savaşları ve antlaşmaları ezberlediniz, gelin biraz da Atatürk nasıl bir çocukmuş, nasıl bir gençmiş, neler yaşamış, onlara bakalım”, dedim. Renkli bir ders olacağını düşünüyordum. Birkaç pasaj okudum. Atatürk’ün bebekliğinden bahseden paragrafların bir yerinde, Zübeyde Hanım’ın sütünün yetersiz olduğu, bebek Mustafa için siyah bir süt anne tutulduğu yazıyordu. “Bunları biliyor muydunuz, nasıl geldi kulağınıza?” gibi bir soru sordum. Beklediğim şey şaşırmaları, Atatürk’ü bir bebek olarak düşünmemiştik, çok insani falan demeleriydi galiba. Zübeyde Hanım da sadece Mustafa Kemal’in annesi değil, yeni doğum yapmış, önceki çocuklarının yasını tutan bir kadın. Burada bir insan hikâyesi vardı neticede. Ben soruyu sorunca, sınıfta sessizlik oldu. Sonra biri şöyle dedi: “Yani ne demek istiyorsunuz hocam? Atatürk’ün yeterince Türk olmadığını mı?!”

Bu cümleyi o gün bugündür unutmadım. Öğrencinin okuduklarıma tepkisinin bu cümleyle ortaya çıkmasını sağlayan kültürel bagajın oluşumu, burada tartışamayacağımız kadar uzun ve ne yazık ki acıklı. Üniversiteye gelinceye kadar nasıl bir kavramsal eğitim tasarladığımıza ilişkin de oldukça düşündürücü. Bir daha böyle bir işe kalkışmadım, zira adına ders verdiğim hocaya, Atatürk hakkında ileri geri konuştuğum konusunda şikâyet gidebilirdi.               

Ta ki geçen seneye kadar. Politik Psikoloji dersi, bu konuları konuşmaya izin veren bir içerikte olduğu ve tabii artık bir asistan değil doçent olduğum için, bu kez tüm bir dersi buna ayırdım ve Atatürk’ün hayatının çeşitli dönemlerine ilişkin psikolojik çözümlemeler okudum.

Atatürk’ün anne ve babasıyla ilişkisi, hatta anne ve babasının kendi çocuklukları ve kişisel travmaları, annesinin Ali Rıza Bey öldükten sonra evlendiği ikinci eşini Atatürk’ün kabullenmek istemeyişi, genç ve yetişkin Atatürk’ün kadınlarla ilişkileri, pek çok evlatlık çocuğu olduğu ve başka pek çok detayın, Atatürk’ün vatan sevgisinin zeminini nasıl oluşturduğunu anlattım. Öğrencilerin epey ilgisini çekti; sonrasında kitap tavsiyesi isteyenler oldu. Tabii ki çok sevindim, bir öğretim üyesinin en çok mutlu olacağı şeylerden biri zaten budur.  

*****

Bu hafta kızımın okulunda Cumhuriyet Bayramı kutlaması var. Henüz 3,5 yaşında. Kırmızı beyaz giyinecekler ve civarımızdaki sokaklarda bando eşliğinde yürüyüş yaparak cumhuriyet şarkıları söyleyecekler. Çok heyecanlıyım! Ben fakültede olacağım için evin önünden geçişini göremeyeceğim, ama görsem ağlayacağım kesin! Şimdi kocaman bir parantez açayım.

Burada bir “banal milliyetçilik” mi var? Evet, var. Banal milliyetçilik (sıradan milliyetçilik de diyebilirsiniz), milliyetçiliğin her gün farkına varılmaksızın yeniden üretilmesine verilen isim. Örneğin devlet dairelerinin önünden geçerken Türk bayrağının dalgalandığını görür, bunu normal karşılarız. Milli takımımız bir başka ülkenin milli takımıyla maç yapıyorsa doğal olarak kendi milli takımımızı destekleriz. Çocuğumuzun küçücük yaşta Cumhuriyet yürüyüşü yapmasını normal bulur, bir de üzerine heyecandan ve mutluluktan ağlarız. Yani, diyor ki Banal Milliyetçilik kitabının yazarı Michael Billig, milliyetçiliği illa fanatik eylemlerde, kanlı savaşlarda aramamız gerekmiyor. Her birimizin içine küçük yaşlardan itibaren nüfuz eden, daha derinden ilerleyen bir milliyetçilik türü vardır ki, günlük yaşantımızda bizi esas kıskacına alan da budur. Diğer taraftan, Billig, bunu kaçınmamız gereken bir olgu olarak sunmuyor. Bugünün modern dünyasında yaygın olarak işlediğini bildiğimiz tek devlet formu ulus-devlet. Ulus-devletler de bir kez kurulduktan sonra, devamlılıklarını, gündelik pratikler vasıtasıyla üyelerini birleştirerek sağlıyorlar. Bu alanın en önemlileri arasında sayılan Benedict Anderson, Ernest Renan gibi isimlere baktığımızda, onların da benzer pratiklere vurgu yaptıklarını görüyoruz. Mesela tüm ulusun, aynı gün, aynı ulusal dilde yayınlanan, aynı gazeteyi okuyarak, aynı haberlere ulaşması gibi.

Bir yanım şöyle diyor, keşke sınırlar olmasa, keşke pasaportlar, yaftalamalar olmasa, kendi kendimize uydurduğumuz ve büyük anlamlar yüklediğimiz kavramlar, ideolojiler olmasa, hepimiz bu dünyanın çocukları olduğumuzu anlasak. Ama bugünün dünyası hala ulus-devletlerin dünyası. Bu sistem hoşumuza gitse de gitmese de, biz de, dünyadaki tüm diğer insanlar gibi, bir devlet toprağında doğduk, bir devletin nüfus cüzdanını ve pasaportunu aldık, oralı sayıldık. Düşünsel ve somut itirazlarımız bir yana, şu anda bizler, bu gazeteyi okuyanların büyük bir çoğunluğu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız. Tüm sınırlar kalkıp dünya hepimize ait oluncaya kadar da bu sistem içinde, bize ait olan ve bizim ait olduğumuz toprağı korumak zorundayız. Diğer türlüsünün, topraksızlığın, vatansızlığın, devletsizliğin, kimliksizliğin, nasıl sancılar doğurduğunu şu günlerde yanı başımızdaki savaştan çok iyi biliyoruz.   

Nasıl ki ev, dört duvardan oluşur ama orayı kendimize yuva yapan bizizdir, vatan da öyle. Türkiye, bizim yuvamız. “Türk” olduğumuz için değil. Burası işin kader kısmı. Olmayabilirdik de. Burası, bizim olduğu için güzel. Sevdiğimiz, üzerine emek verdiğimiz için. Bizim gözümüz öyle baktığı için, onu benimsediğimiz için. Ona değer katmaya çalıştığımız, ona bağlandığımız için güzel. Onurlu, değerli, umut dolu, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz bir yaşamı burada kurmak istediğimiz için güzel. Doğuştan getirdiğimiz dini/etnik kimlik fark etmeksizin hepimiz vatandaşlık çatısı altında birleştiğimiz için. Gerektiğinde eleştirebildiğimiz, eksiklerini tartışabildiğimiz, daha iyisini yapabilmek için elimizi taşın altına sokabilecek gücü bulabildiğimiz için güzel.

Bir kadın olarak, cam tavanlara rağmen önümü açtığı için, her şeye rağmen umutla bakabileceğim bir geleceği, bana yüzyıl öncesinden kurduğu için güzel. Kadınım diye herhangi bir şeyden geri kalmak zorunda olduğumu düşündürmediği, istediğim şeyleri söyleyebileceğimin, yazabileceğimin, yapabileceğimin, üretebileceğimin cesaretini verdiği için. Ailemin, hocalarımın, herhangi bir erkeğin, çocuğumun, arkadaşlarımın, devletin, birinin ya da bir şeyin beni kurtarmasını ummamayı, kahraman beklememeyi, kendi hayatımın kahramanı olmayı öğrettiği için.

Elbette 1980’lerden beri dünyada da, Türkiye’de de çok şey değişti. Kuşkusuz bazı değişiklikler içimizden bir şeyler kopardı, kimisi de iyi ki dedirtti. Nostaljik bir romantiklikle bugün kızımdan benim çocukluğumda yaptığım gibi Atatürk’e hayranlığından resmiyetle bahsetmesini bekleyemem. Tersine, kendini donanımlı hale getirmiş, ne istediğini bilen, gözünü hedefine dikmiş, çevresinde benzer düşünen doğru takım arkadaşlarıyla birlikte, aslında bizler gibi bir insan olan Atatürk’ün, bir ülkenin, bir halkın ve hatta bir bölgenin kaderini nasıl değiştirdiğini bilmesini isterim. Çünkü Cumhuriyet ilan edilmiş, bitmiş bir iş değil, hala devam eden bir medeniyet projesi. Yapılacak o kadar çok şey var ki, çocukların ve gençlerin “biz o kuşaklar gibi değiliz, yapamayız” diyerek daha başlamadan vazgeçmelerini önlemek, çok önemli bir sorumluluk. Atatürk’ün hayatını öğrenmenin onun gözümüzdeki yerini sarsacağı, onu sıradanlaştıracağı, eleştiriye açık hale getireceği düşüncesi bir kenara, genç kuşaklara Atatürk’ü tanıtarak, yaptıklarının ne kadar muazzam olduğunu anlayabilmeleri ve onu rol model alabilmeleri için alan açmak bizim sorumluluğumuzda.   

Sosyal bilimlerde eleştirel perspektife sahip olanların sıklıkla kurduğu bir cümledir, “kişisel olan politiktir”. İnsanların oluşturduğu bir dünya ve toplum düzeninde şüphesiz her şey politik, her şey normatif, her şey değişebilir, hiçbir şey mutlak değil, bir yanıyla her şey banal, yani sıradan. Galiba mesele, mutlaklık ya da olağanüstülük peşinde koşmak değil; bizim için kıymetli olan, emek vererek büyüttüğümüz, kalbimizde yer açtığımız, benimsediğimiz, bize değer kattığını gördüğümüz düşünceleri, kurumları, insanları korumak, layık oldukları yere koymak, kıymetlerini bilmek.  

Kişisel hayatlarımızın hikâyesinin Cumhuriyet’in hikâyesiyle kesiştiğini, Cumhuriyet’in değerini anlamadığımız müddetçe, kişisel hayatlarımızın değerinin de giderek solacağını fark etmek. Cumhuriyet’in 100. yılına tanıklık etmenin bize verdiği bir sorumluluk bu.

Ne mutlu ki cumhuriyet kadınıyım. Ne mutlu ki benim kızım da bir cumhuriyet kadını olacak.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün