Öksüz ve Yetimlerin Kulübü

Perspektif
2 Ekim 2023 Pazartesi

Burcu Sunar Cankurtaran 

Kulüp üzerine çok yazıldı. Bu bile başlı başına toplumca bizi ne kadar etkilediğinin işareti. Hiçbir metni birebir aynı okuyamaz, hiçbir filmi birebir aynı izleyemeyiz. Kuşkusuz Kulüp’ü de herkes kendi hikâyesine göre izledi. Ben de size bir de benim gözümden anlatmak istedim. 2 sezonu da bitirmeyenler için spoiler içerir, demedi demeyin.

Ben Kulüp’te en çok çocukları izledim. Yüreğimi en çok çocukların kimsesizlikleri, çaresizlikleri, saflıkları titretir. Kulüp’te neredeyse herkes birer çocuk. Hepsi ya annesiz ya babasız ya da hem annesiz hem babasız kalmış, hala onların sıcaklığını arayan, bulamayınca, kendi yollarını da bulamayan insanlar. Matilda, Raşel, İsmet, Tasula, Selim, Orhan, Fikret, Keriman ve bir şekilde Kulüp’le yolu kesişen diğerleri. Yaşları ilerlemiş, ama büyümemiş, büyüyememiş, çocukluğunu yaşayamamış, çocukluk yıllarının bir yerinde travmalarına takılıp kalmış koca kadınlar, koca adamlar.

Anne babanın hayatta olup olmaması değil mesele. İsmet’in babası var var olmasına ama var mı gerçekten? O nefret ettiğimiz Fikret’in babası var mı? Sırtındaki yara izlerini gözlerimizle gördük, ruhundakileri de kötülük yaparak gösterdi bize işte. Raşel’e az kızmadık değil mi? Annesine kavuşmasına rağmen yaraları kapanmayan, İsmet’in, Matilda’nın, Kulüp’teki herkesin küçücük Rana’ya ve aslında herkese ilgisini kıskanan Raşel; hırsızlık yaparak ilgi çekmeye çalışan Raşel; sevilmek için, ait hissetmek için adını, dinini değiştirmeye razı gelen Raşel; iftiraya, cinayete sessiz kalan Raşel. Bir zamanlar sokaklarda kimsesiz yaşayan, sevilmek, görülmek, beğenilmek için insan öldürmeyi göze alan Keriman. Kimsesizliğin ne demek olduğunu çok iyi bilen annesi polis tarafından götürülürken, hüngür hüngür ağlayan, doğuştan şanssız, muhtemelen geleceği karanlık, mavi gözlü çocuk. Hepsi insan. Hepsi bizden. Hepsi ruhumuzdan. İnsanın binbir yüzünün temsilcileri.

Ya Niko? Ah Niko. Beni galiba en çok Niko’nun hikâyesi etkiledi. Annesinin, adını değiştirmesi için bir odaya kilitleyip “adın ne senin?!” diye bas bas bağırdığı küçücük Niko; kimliğini, adını, dilini, dinini değiştirmek zorunda kalan Niko; yıllar sonra bu kez yine annesi tarafından eski kimliği hatırlatılan Niko; annesinin baskısıyla büründüğü yeni kimliğiyle sahip olduğu her şeyi, eski kimliği yüzünden kaybetmek zorunda kalan Niko; ve sonunda onu doğurup var eden ama aynı zamanda doğurduğu çocuğu yok eden annesini öldürmek zorunda kalan Niko. Annesini öldürünce kendisini de öldürmek zorunda kalan Niko. Hem de en kutsal annenin, Meryem Ana’nın gözleri önünde. Meryem Ana’ya adanan mumların alevleri, onları yakan alevlere karışırken.

İzlerken, Türkiye’de gayrimüslimler metaforik olarak annesiz babasız diye düşündüm. Yaşadıkları toprakta, “vatan” bildikleri yerde ne kadar da olsa “ayrık”, “anavatan” diye uzaktan uzağa adını duydukları ama belki de koynunda hiç sıcaklık hissetmedikleri topraklarda bir “yabancı”. Annesiz babasız, kendilerini inşa etmeye çalışan, hayata tutunmak için önce birbirlerine tutunmaya çalışan insanlar.  

Kulüp’ün bu kimsesizliği anlatırken, hikâyenin bel kemiğini oluşturmasına rağmen, Türkiye’de ve dünyada tarihin acı dönemlerinin altını çizmek için özel bir çaba harcamaması, bu hikâyenin en sevdiğim yanlarından biri oldu. Dizi bunu kolaylıkla yapabilir, hiç de haksız olmayacak şekilde hepimizi utandırabilirdi. Oysa Kulüp bunu yapmayı seçmiyor. Kulüp hiç kimseyi yargılamıyor, suçlamıyor, kendince adalet dağıtmıyor, aşağılamıyor, küçümsemiyor, kibirlenmiyor, tarihi utançları yüzümüze vurmuyor; dili, dini, küçüğü, büyüğü, kadını, erkeği, iyisi, kötüsü demeden herkesin hikâyesini herkese eşit mesafede anlatıyor.

Kulüp’tekiler şanslıydı bir yerde, kendi ailelerini kurdular, Kulüp’ü kocaman bir ev yaptılar. Böyle olmayabilirdi de. Öksüzlüğümüz, yetimliğimiz, evsizliğimiz devam ettiğinde de gerçekten hala yaşayabiliyor muyuz mesela? Annesizliğe, babasızlığa, sevgisizliğe, köksüzlüğe, yoksulluğa, cahilliğe, dışlanmaya, kirli iktidar oyunlarına, toplumsal kayıtsızlığa, cinsiyet rolleri altında ezilmeye rağmen kendimizi var edebiliyor muyuz? Yoksa travmalarımıza mı tutunuyoruz?

Yıllardır travma konusunda çalışan Dr. Gabor Mate’ye göre, travma, başımıza ne geldiği değildir. Başımıza gelen şeyi nasıl algıladığımız ve başımıza gelen şey sırasında iç dünyamızda olup bitene ne anlam yüklediğimizdir. Kulüp, pek çoğumuz gibi, travmalarını sahiplenen, onları kişiliklerinin bir parçası haline getiren insanların hikâyesi. Ama aynı zamanda, travmalarını kişiliklerinin parçası yapma ve böylece yaşayıp gitme konforunu bırakarak, başlarına gelenlerin sorumluluklarını alıp kendilerini dönüştürmeye karar veren, travmalarının ötesinde kendilerine içini kendilerinin doldurduğu bir hayat inşa edenlerin hikâyesi. Travmalarına sıkı sıkı tutunan, kendisini ısrarla travmalarından ibaret sanan Raşel, ilk kez gerçekten iradesini kullanıp, ölmeye değil yaşamaya karar verip, masanın başına geçip oturduğunda, yepyeni bir hikâyenin başlamakta olduğunu hissetmedik mi?   

Son söz… Hepimiz kendi Kulüp’ümüzü arıyoruz galiba. Bulanlara ne mutlu. Bulamazsak? O zaman kalbimizi, sığınacak bir çatı yapacağız kendimize. Gireceğiz altına, bizi koca dünyalarına sığdıramayanları biz küçücük kalbimize sığdırıp yaşamaya devam edeceğiz. Ve o zaman bir bakacağız ki büyümüşüz. Olgunlaşmışız. Şimdi ben gideyim, bir mendil bulayım kendime… 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün