“Kimse kendinden olmayana güvenmiyor”

New York Üniversitesi öğretim üyesi, istatistik ve davranış bilimi uzmanı Prof. Dr. Selçuk Şirin son kitabında Türkiye´nin en önemli sorunlarını yedi başlık altında topladı. Şirin, ŞALOM´a yaptığı açıklamalarda, Türkiye´nin en büyük sorununun adalet olduğunu belirtiyor.

Zehra ÇENGİL Söyleşi
12 Nisan 2023 Çarşamba

“TÜRKİYE’DE KAHRAMANLAR İLE HAİNLER GÜNDEME GÖRE YER DEĞİŞTİRİYOR”

New York Üniversitesi Kültür ve İnsan Gelişimi Fakültesi Uygulamalı Psikoloji Bölümü öğretim üyesi, istatistik ve davranış bilimi uzmanı Prof. Dr. Selçuk Şirin’in Türkiye’nin en önemli sorunlarına değindiği ‘Ya Adalet Ya Sefalet:

Daha Yaşanır Bir Türkiye İçin 7 Mesele 7 Reçete’ kitabı Doğan Kitap etiketiyle raflarda yer aldı.

Türkiye için tarihi öneme sahip 14 Mayıs seçimlerine geriye doğru sayarken Selçuk Şirin’in hem istatistiklerle hem de gerçek insan hikayeleriyle elimizdeki tabloyu apaçık bir şekilde ortaya koyduğu kitap, sunduğu evrensel çözümlerle de umut dolu bir tablo çiziyor.

Kitabınızın önsözünde de belirttiğiniz gibi, eskiden sadece siyasetle ilgilenenler ve aydınların sorduğu bir soru vardı. Şimdi ise sohbete nereden başlarsak başlayalım konu aynı yere geliyor. Ne olacak bu memleketin hali? Hazır 14 Mayıs da yaklaşmışken bir görüşünüzü alabilir miyiz?

Türkiye epey zamandır sadece siyasetle yatıp kalkıyor. Bunun iyi ve kötü tarafları var. İyi tarafı herkes ülkenin gidişatını dert ediyor, kafa yoruyor ama diğer yandan Türkiye’de uzunca bir zamandır insanlar tam da Tanpınar’ın o güzel ifadesinde olduğu gibi kendi işlerine odaklanamıyor. Hayatlarındaki gündelik, psikolojik, kişisel dertleriyle ilgilenemiyor. Türkiye’nin nereye gittiği konusuna kitapta yedi değişik başlıkla yanıt aradım. Gördüğüm Türkiye, özellikle son on yıl içerisinde ciddi bir kronik kriz dönemine girmiş biçimde. Bu durum, en çok 2018 sonrası ekonomik kriz olarak gündeme geldi ama ekonomik kriz bunun sonucu, başlangıcı değil. Barınma, sağlık, eğitim, çevre, toplumsal güven ya da mutluluk aklımıza gelecek bütün alanlarda hangi kritere bakarsanız bakın gidişat negatif. Kitapta incelediğim veriler net, Türkiye 7 Haziran seçimleri sonrası bütün göstergelerde kötüye gidiyor.

“SORUNLARIMIZI GELECEK KUŞAKLARA DEVREDEREK İLERLİYORUZ”

Türkiye’nin önümüzdeki dönemde çözmesi gereken sorunları yedi başlık altında topladınız, detaylara ilerleyen sorularda gireceğiz ama öncelikle, Türkiye’nin en büyük sorunu nedir?

Türkiye’nin en büyük sorunu adalet, adaletin yerleşmemiş olması, kurallar toplumu olmanın gereğini yerine getirmemiş olmasıdır. Kabileden modern topluma geçiş süreci yani medeniyet yolculuğu toplumsal sözleşmelerle başlar. Farklı kökenlerden gelen insanların bir arada barış içinde yaşaması için bizim kurallara, müeyyidelere, bağlayıcı metinlere ihtiyacımız var. Buna toplumsal sözleşme diyebilirsiniz, kanun, mevzuat ya da anayasa… Adı ne olursa olsun bizi bir arada tutan bir senet ihtiyacı var. Türkiye’nin en büyük sorunu bu senedin toplumun bütün kesimleriyle ortaklaşa olarak ortaya çıkmamış olması. Öyle olduğu için çok basit sorunları bile çözemeyen bir sistem yaratıldı. Bütün sorunları gelecek kuşaklara devrederek ilerliyoruz. Her tarafta kullandığım bir benzetme var; mesela İstanbul’daki taksi sorunu çok karmaşık değil, bunu çözmeyi bile beceremiyoruz. Çünkü merkezi ve yerel hükümet bir araya gelemiyor, geldiğinde taksi sahipleri itiraz ediyor. Bunu çözemeyen bir sistem, Türkiye’de deprem sorununu çözebilir mi; mülteci sorununu ya da önümüzdeki dönem bütün dünyayı tehdit eden küresel ısınmayı? Bir an önce yapmamız gereken, sorunları kurallar çerçevesinde çözen ve bu kuralları adil bir biçimde herkese uygulayan bir sistemi ortaya koymak. Türkiye’nin var olan sorunlara yeni sorun ekleyen değil, çözen bir yönetime ihtiyacı var. Bunun formülü adaleti baştacı yapmaktır. Çünkü aklınıza gelen her alanda , sorunların çözümü kurallar toplumu olmaktan geçiyor.

“TÜRKİYE BÜTÜN KAYNAKLARINI İNŞAAT VE TOPRAĞA DÖKTÜ”

Kişi başı milli gelirimiz üçte bir oranında azaldı, eğitimde ise ilk 40 ülke arasında artık bulunmuyoruz. 2002’de kriz sonrası yapılan reformlarla hızlı bir kalkınma dönemi yaşarken, 2013 sonrası on yıllık dönemde yanlış izlenen politika neydi? Sizce G20 üyeliğimiz de tehlikede mi?

G20 üyeliği aslında ilk 20 ekonomiye deniliyor ama pratikte öyle olmuyor.  Kişi Başı Milli Gelir olarak bakıldığında Türkiye ilk 50 arasında zaten yok, ., sıralamamız da sürekli aşağıya doğru düşüyor. Geliri arttırmamız için yapmamız gerekenleri aslında on yıldır biliyoruz. Mesela 20. yüzyılın başında çok ciddi bir ekonomik kalkınma hamlesi yaptık. Ekonomik krizin aşılmasının çaresi finans- ekonomi konusundaki reformlar değil, sistemin kendisini nasıl yönettiği, kuralların kimler için nasıl uygulandığıyla ilgili. Türkiye’nin çözemeyeceği bir sorun yok ama çözmek için bir irade de yok. Orta gelir tuzağını aşabilmek için katma değeri yüksek üretime geçilmesi lazım. Bunu yıllardır biliyoruz. Sorun orta gelir tuzağı, çözüm yapısal reformlardır. İnovasyon, markalama ve Ar-Ge fark yaratıyor. Ürettiğiniz her şeye aklınızı ve yaratıcılığınızı katacaksınız. Bilim, tasarım ve sanat bir arada olacak. Formül bu! Türkiye ne yaptı? Hala ısrarla eski usül tarım, sanayi ve daha ziyade inşaat sektörüne ağırlık veriliyor. Böyle olduğu için katma değer üretemiyoruz. Dış mihrak deniyor ben de her seferinde hatırlatıyorum. Türkiye kendi kaynakları kendisine yetmeyen bir ülke. Dış mihraklardan borç almadan bütçemizi tutturamıyoruz. Konumuza dönelim. Türkiye borçlanmak zorunda ama aldığı borcu da akıllıca kullanmak zorunda. Biz ne yaptık? Dövizin bol ve ucuz olduğu dönemde, Türkiye o kaynakları alıp inşaata ve toprağa gömdü. Şimdi dövizin yükseldiği dönemde hem borçları ödemekte hem de yeni kaynak bulmakta zorlanıyoruz. Ekonomik krize böyle geldik. Dış yatırımcılar artık Türkiye’ye ancak kısa vadeli geliyor. Çünkü yatırımcı öngörülebilir bir ülke ister. Öngörülebilir olacak ki hesap kitap yapılabilsin. Öyle aklına esenin sabah kararnameyle oyunun kurallarını değiştirdiği yerde ne iç yatırımcı ne de dış yatırımcı rasyonel adım atar. Her an her kararın alınabilir olduğu bir idare tarzı kulağa hoş geliyor olsa da pratikte kaos ve kargaşadan başka bir sonuç vermiyor.

Katma değeri yüksek üretimin kıymetini kitabın pek çok bölümünde vurguluyorsunuz. Daha somut anlamda Türkiye, bu konuda nasıl bir adım atabilir, hangi kaynakları değerlendirmeli?

Türkiye’nin birinci kaynağı dinamik, genç nüfus. 20. yüzyılda katma değeri yüksek ekonominin girdisi nedir? Genç ve yetişmiş insan. Her şeye rağmen eğitim sistemimiz benzer nüfus yapısına sahip ülkelere göre çok iyi. Bir Mısır ya da İran değiliz. İkinci avantajımız tarihsel birikimimiz. 100 yıllık Cumhuriyet geleneği, ondan evvel bir imparatorluk geçmişimiz var. Üçüncü avantajımız coğrafi konum. Türkiye’den  3-4 saatlik uçak yolculuğuyla dünya ekonomisinin ezici bir kesimine ulaşabiliyorsunuz. Son olarak, doğal kaynaklarımız, güneş ve rüzgar enerji kaynakları ve turizm potansiyeli buradan geliyor. Bu dört avantaja sahip bir ülkeden asla umut kesilmez! Türkiye bu avantajlarından dolayı istediği zaman, bir sabah uyanıp başka bir hikaye yazabilecek bir ülke. O yüzden Türkiye’nin bugünkü  koşulları ne olursa olsun yarın kaderini dönüştürebilecek sayılı ülkelerden biri. Türkiye’de umudunu yitirme duygusunda olanlar, saydığım bu listeyi hatırlamalı. Un, şeker ve su hikayesi. Helvayı yapmaya karar vermeliyiz.

COĞRAFYA KADERDİR KOLAYCILIĞINI SORUNLU BULUYORUM

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde uygulanan yapısal reformların, planlı kalkınmaya en iyi örnekler olduğunu biliyoruz. Peki günümüzde bizi nasıl yapısal reformlar kurtarabilir yaşanılan ekonomik buhrandan?

Sorun yaşayan bütün kesimlerin eşit söz hakkı olmalı. Sadece bir kesimin ya da kişinin sözünün geçtiği herhangi bir platformda, doğru bir kararın çıkartılmasını beklemek hayatın akışına uymaz. Kendi evinizden, çalıştığınız işyerine, yaşadığınız mahalleden, ülkeye ve dünyaya şöyle bir bakın. Nerede karar verme sürecinde kapsayıcılık hakimse orada terakki var. Nerede tek bir kişinin borusu ötüyorsa orada sefalet var. Kuzey ve Güney Kore bunun neredeyse deneysel kanıtı. Daron Acemoğlu’nun tarihsel olarak incelediği bir mevzuu bu. Kapsayıcı kurumlar olmadan ilerleme olmuyor. Her kesimin hukuka sırtını dayayarak kendisini özgürce ifade edebildiği ortamlarda masa genişliyor. Karar verme süreçleri kurallar çerçevesinde adil ve şeffaf oluyor, oradan çıkan kararlar da toplumun daha geniş kesimlerinin esenliği ve refahını mümkün kılıyor. O yüzden özellikle bazı popülist aydınların ortalığa saçtığı şu “coğrafya kaderdir” kolaycılığını çok sorunlu buluyorum. Aydının olaylara sistematik ve verisel bakma zorunluluğu vardır. En azından bunun için bir çaba gerekir.

Türkiye’nin genç nüfusa sahip olduğundan dolayı istihdam konusunda avantajlı olduğu söylenir. Böyle bir avantaj olmasına rağmen genç işsizliği problemimiz neden kaynaklanıyor?

Sınırlı kaynaklarınızı inşaata verirseniz bu sadece inşaatın yapıldığı dönem istihdam yaratır. İnşaatta rantın bu kadar çok olması, bütün kaynakların bu sektöre gitmesine neden oluyor. Ama inşaat uzun vadede ölü yatırım. İstihdam yaratmak için yeni girişimlerin önünü açmanız gerekiyor. İstihdamın yüzde 80’ini KOBİler yani küçük ve yeni şirketler yaratıyor. O şirketlerin sayısını ve niteliğini artırmadan işsizliği çözmek imkansız. Bu arada şunu da söylemeden edemeyeceğim. Bütün paramızı inşaata verdik de geldiğimiz yer neresi? Türkiye’de barınma krizi var ve yapılan inşaatlar patır patır dökülüyor, insanlara mezar oluyor. Türkiye müeyyideler toplumu olsaydı ne inşaatta rant bu boyutta olurdu, ne de plansız, imarsız yapılaşma bu boyutta olurdu. Rant haksız kazançtır. Politik gücü kullanarak piyasanın üstünde haksız kazanç sağlamaktır. Haksız kazançla gelinecek yer sadece sefalet olabilir. Bizler de oradayız.

“ŞEHİRLERİN TÜKENİŞ HİKAYESİ 60’LARDAN SONRA BAŞLADI”

Gelelim barınma konusuna. Şu an Türkiye’de en çok konuşulan sorunlardan biri ve Maslow’un da ihtiyaç piramidindeki temel madde. Ülkemizdeki düzensiz göç ve sanayi tesislerinin dengesiz şekilde büyük illerde kurulması devam ederse bizi nasıl bir gelecek bekliyor?

Türkiye’nin yapması gereken, geçmişte doğru yaptığı hamleleri bugüne taşımak. Cumhuriyet’in ilk 15 yılında sanayi istihdamı iki katına çıkmıştı. Ülkenin en büyük kalkınma hikayelerinden biri o dönemde yazıldı. Atatürk’ü anarken hep kültürel devrimler ön plana çıkar ama Atatürk aslında bir kalkınmacıdır. Ortada 15 yılda elde edilmiş şahane bir kalkınma hikayesi var. Türkiye’de Atatürk’ün bu yönü, nedense, henüz hakkıyla anlatılamadı. O dönemin sırrı şu iki kelimede saklı: Planlı kalkınma! İzmir İktisat Kongresi ile başlayan kapsayıcı bir süreç bu. Sonucunu görmek için o dönem yapılmış yatırımların haritasına bakmanız yeterli. Sadece eğitim ve sağlık değil sanayi tesislerinin ülkenin hangi bölgelerine yapıldığına bakarsanız, sanayileşme ve şehirleşmenin neredeyse birbirine paralel yürüdüğünü görürsünüz. Barınma meselesini kalkınmadan ayrı düşünemeyiz ve bu ikisini bir arada düşününce Cumhuriyet dönemi kalkınma ve barınma arasındaki ilişkinin doğru kurulduğu bir model olarak karşımızda duruyor sa 60’lardan sonra DP, Özal ve Demirel dönemleri de bu işin nasıl yapılmaması gereken bir dönem olarak karşımızda duruyor. Bu ikinci dönemde planlama rafa kaldırıldı. DPT kuruldu ve kısa bir süre sonra yok sayıldı. Öyle olunca da aklı evvel birkaç kişinin bastırmasıyla Demirel sanayileşmeyi Kırklareli’nden Bursa’ya bir hat çizerek bir hilalin içine hapsetti. O dönemde açılan işletmelerde çalışmak için köyler boşaltıldı ama köyden gelenlerin barınma ihtiyacı hesaba katılmadı. Sanayide istihdam bu dönemde de iki katına çıktı ama sonuç gecekondulaşma yoluyla şehirlerin tükenişi oldu. Oysa Cumhuriyet dönemindeki yaklaşım devam etseydi başta İstanbul olmak üzere hem şehirler kurtulmuş olacaktı hem de Anadolu şimdi olduğu gibi kaynaklarından mahrum bırakılmış olmayacaktı. Önümüzdeki dönemde Samsun’dan Mersin’e bir hat çizip, kuzeyden güneye ve batıdan doğuya planlı bir kalkınma hamlesi geliştirilmekten başka çaremiz yok. 

Yedi temel problemimiz arasında uluslararası alanda en iyi olduğumuz alan ise sağlık. Osmanlı’dan itibaren yapılan yatırımlar, II. Dünya Savaşı arifesinde Nazi zulmünden kaçan Yahudi tıp uzmanlarının ülkemize davet edilişi ve sağlığın temel kamu hizmeti olarak kabulü bu başarının mihenk taşlarından.  Sağlık çalışanlarının şiddete maruz kalması sebebiyle artık bu sektörde çalışanlar özellikle Almanya’yı tercih eder oldu. Sağlık çalışanlarına kaybettikleri yüksek itibarı nasıl geri vereceğiz?

Türkiye OECD ülkeleri arasında sağlıkta en az para harcayan ama geri dönüş itibariyle OECD ortalamasını yakaladığımız tek alan. Planlı, kamucu, bilime yatırım yapan bu yaklaşımı başka alanlara da yaymalıyız. Ama sağlıktaki bu başarıyı anlamak için biraz geriye gitmemiz gerek. Türkiye, sağlıkta hakikaten büyük başarı kazanmış, örneğin Cumhuriyet ilk kurulduğu dönemde sağlık ve eğitimin başına en uzun süre görevde kalan bakanlar atanıyor: Hasan Ali Yücel ve Refik Saydam. Dr. Refik Saydam sınırlı kaynakları gençleri yurt dışında ihtisasa göndererek kullanıyor. Sonra ne yapıyor Cumhuriyet? Almanya’dan Nazi zulmünden kaçan Yahudi bilim insanları Türkiye’ye davet ediliyor. Bunun için özel yasalar çıkartılıyor. Vizyona bakar mısınız? O bilim insanları İstanbul-Ankara’da tıp biliminin temelleri olan fen bilimlerinde çığır açıyor. O insanlar hem bilimsel çalışma yapıyor hem de kendilerinden sonra gelecek bilim ve tıp eğitimcilerini yetiştiriyor. Ben bile yetiştim o hocalara ODTÜ’de... Tıpa dönersek sonra ne oluyor? 60’larda yeni kuşak bilim insanları Hacetttepe Tıp diye dünya literatürüne girmiş bir marka çıkarıyor. Son olarak şunu da not edeyim. Kıt kaynakla sağlıkta elde ettiğimiz başarının mimarı olan sağlık çalışanlarının popülist bir yaklaşımla heba edilmesi bindiğimiz dalı kesmekten başka bir şey değil. “Çok beğeniyorlarsa gitsinler” demek akıl karı değil.

“OKULLARIN AÇIK OLMASI, DAR GELİRLİ AİLELERİN ÇOCUKLARININ EĞİTİMİ İÇİN HER ZAMAN DAHA İYİDİR. YAZ TATİLLERİ KISALMALI!”

Yeni ekonomide daha çok inovasyon, patent, start-up’a ihtiyaç olduğunu söylüyorsunuz. Eğitim şurası, Köy Enstitüleri, Anadolu ve Fen Liseleri ile şaha kalkan eğitim sistemimizin bu projelere sahip çıkılamadığından dolayı sekteye uğradığını görüyoruz. Depremden sonra da online eğitim sistemi uygulanması çok eleştirildi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Pandemi döneminde de online eğitime karşı çıkmıştım. Türkiye’de zaten evlerde eğitim  kaynağı kısıtlı ya da hiç yok. Nüfusun çok az kesiminde internete, kaliteli bilgisayara ulaşım var. O nedenle çocukların bir an önce evden çıkıp okulla nefes alması lazım. Deprem bölgesi için de aynı şeyi başından itibaren söyledim. Travmadan kurtuluşun formülü rutine dönmektir. Yaz tatillerinin uzunluğu konusunda da bu geçerli. Çocuklar ikinci sınıfa başlayana kadar okumayı unutuyor. Okulların açık olması her zaman özellikle dar gelirli çocuklar için daha iyidir. Bizim okul dışı zaman için dar gelirli ailelerin çocuklarına fırsat yaratmamız, olmadığı zamanlarda da okulları açık tutmamız lazım.

Kitabınızdaki “Türkiye’de kahramanlar ile hainler sürekli gündeme göre yer değiştiriyor” ifadeniz çok çarpıcı. Toplumsal güven karnemiz de oldukça düşük bir puana sahip. En çok hangi konularda ayrışıyoruz ve güveni yeniden tesis etmenin formülü nedir?

Eskiden Türkiye etnik meselelerden ayrışıyordu, son dönemde ise siyaseten. “Rakip partinin çocuğuyla benimkinin aynı yerde oynamasını istemiyorum” diyenlerin oranı yüze 80’i geçiyor. Bir düşünün şu veriyi… En büyük sıkıntılarımızdan biri bu kamplaşma ortamıdır. Kimse kendinden olmayana güvenmiyor. Birbirine benzeyenlerin iş birliğinden ne çıkar? Yaratıcılık farklılıktan doğar. Size benzemeyenle bir masaya oturunca çözüm, inovasyon ortaya çıkıyor. Şu partiden, falan dinden, o mezhepten demeden her kesimden insanın birbirine güven duyması modern toplum için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bunu başaran ülkeler ilerliyor, başaramayanlar da toplumsal kamplaşmanın bedelini sefaletle ödüyor. 

“ARTVİNLİLER EKONOMİDEN İYİ ANLIYOR”

Ege’deki zeytinlikler, Karadeniz’deki dere yatakları kurban edilirken diğer yandan da Avrupa’nın en büyük çöp ithalatçısıyız. Çevre katliamlarına karşı duran ve çevrenin yok olmasını kalkınma için bir bedel olarak görmeyen Artvinliler için “Ekonomiden iyi anlıyorlar” yorumunda bulunuyorsunuz. Yeşil dönüşümün adımlarını HES’lere geçit vermeyen bu insanlar atıyor. Türkiye’yi yenilenebilir enerji çağında avantajlı görüyor musunuz?

Devletin milyonlarca dolar vererek yaptırdığı bir ‘Yenilenebilir enerji haritası’ var. Hem Güneş hem de rüzgar enerjisini incelemişler. Sadece Güneş enerjisiyle tüm enerji ihtiyacımızı karşılayabilecek potansiyele sahibiz. En az Güneş enerjisi alan yer Artvin-Rize arası mesela, orada bile aldığımız enerjinin oranı Almanya ortalamasıyla aynı. Türkiye’nin istihdam olarak kuzeyden güneye, batıdan doğuya kayması lazım az önce sözünü ettiğimiz gibi. Güneş ve rüzgar enerji potansiyeli de tam böyle değişiyor Türkiye’de. Kuzeyden güneye gidince artıyor. Batıdan doğuya gidince de artıyor. O nedenle bu alanlara yapılacak yatırım kaliteli istihdamı da kuzeyden güneye, batıdan doğuya kaydıracaktır. Yapmamız gereken bu potansiyeli harekete geçirip hem çevreyi korumak hem de fosil enerji ithali için dışarı verdiğimiz döovizi içerde tutmak.

Önümüzde 14 Mayıs seçimleri var. Nasıl bir tablo öngörüyorsunuz? Yeni bir hikaye yazmak mümkün mü?

Oksijen Gazetesi’ndeki köşem de yazdığım gibi “Duyguları yöneten bu seçimi kazanacak”.  Bu seçim başa baş görünüyor. Uzun zamandır bu ilk defa oluyor. Birkaç puanla sonuç belirlenecek. O birkaç puanı almanın en kolay yolu da duyguları harekete geçirmek. O yüzden ben bu seçim döneminde temel sorunların pek tartışılacağına ihtimal vermiyorum. Duyguları yöneten, manipule eden taraf seçimi kazanacak maalesef. Keşke Türkiye beni yanıltsa ve sandıkta aklını kullansa. 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün