27 Ocak, Yeniden

2006´dan bu yana her yılın 27 Ocak günü dünya ülkeleri, II. Dünya Savaşında Naziler tarafından yaşamdan kopartılan altı milyon Yahudi´yi anıyor. BM Genel Kurulunun 2005 Ekim´inde aldığı ve Türkiye dahil 194 ülke tarafından imza altına alınan karar uyarınca, Sovyet Ordularının Auschwitz Ölüm Kampına girdikleri gün, Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü ilan edildi.

Marsel RUSSO Perspektif
25 Ocak 2023 Çarşamba

Holokost gibi bir ölüm endüstrisini anlamak, Hitler’in katliam taburlarının yok ettiği milyonlarca insanın anısını canlı tutmak, devre damga vuran vahşetin yarattığı travmaları hissetmek için tek bir gün yeterli değil tabii ki.

Bazı şeylere anlam yüklemek için çok çalışmak gerekir. Holokost da üzerinde çok çalışılması, duygusallıktan uzak analizlerin, okumaları, dinlemeleri, öğrenmeleri takip etmesi gereken, düşmanlığın nirvanasıdır.

Peki insanlık Holokost’u anladı mı, daha doğru bir deyişle, anlamaya çalıştı mı? Bu basit soruya olumlu yanıt vermek olanaksız ne yazık ki. Yaşananları basitleştirmek, değersizleştirmek isteyenler o kadar çok ki. Öldürülen milyonların, basit komplo teorilerinin ayrılmaz parçası olduğunu iddia edenlerden, abartılı bulanlara, Holokost’un Yahudi devleti kimliği ile tarih sahnesine çıkan İsrail’in kuruluşuna zemin hazırlamak için tezgahlandığını söyleyenlere uzanan geniş bir kitle var.

Oysa hemen şunu teslim etmek gerekir ki, Holokost bir Yahudi meselesi değildir. Yahudi halkını, kültürünü, inancını acımasız bir şekilde hedef alan, ırkçılıkla sıvanmış bir insanlık meselesidir. Değersizleştirmenin alasından, nefretin ölüme bürünmüş şeklinden söz ediyoruz. Yaşama hakkını elden almanın, silahın tetiğine basmanın oyuna indirgendiği, yok etme üzerinden nüfuz kotarıldığı bir dönem… Kişilik onurunun yok edildiği, başarıların, beklentilerin, umutların kola vurulan bir numarayla anlamsızlaştırıldığı bir iklim… İleriye doğru umutların, geriye doğru tarihin silinmeye çalışıldığı bir zaman aralığından söz ediyoruz.

Bunu hamasi konuşmalara, ders kitaplarındaki birkaç kuru satıra hapsetmek elbette ki son derece yetersiz. Ülkemizde ve dünya genelinde yapılan ise bundan başka bir şey değil, ne yazık ki. Salt 27 Ocak yıldönümlerinde yitirilen değerleri anmak, tam zamanlı olması gereken bir işi geçiştirmek gibi… Hele kapalı kapılar ardında yasak savarcasına yapılan törenler insanın içini burkuyor.

***

Birleşmiş Milletler’de bu yıl anma teması olarak ‘yuva ve aidiyet’ seçilmiş. Holokost’un sillesini en ağır şekilde yemiş Ukrayna topraklarında, ondan öte dünyanın dört bir yanındaki savaşlarda yaşanan vahşeti başımıza kakarcasına ilan edilmiş bu tema.

Yuvanın, yurdun, aidiyetin katliamdan sağ çıkıp kendilerine yeni bir gelecek inşa etmek için travmalarından sıyrılmaya çalışan mağdurlar için neler ifade edebileceğini kavramak, mutlaka ki ileride benzer ilkelliklere meydan vermemek için önemli bir adım olacaktır.

Şunu bir parantez açarak belirtmek isterim ki geçtiğimiz hafta Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un, batının nezdinde bir “Rus Sorunu” algısı olduğunu iddia etmesi ve Washington’un bunu Avrupa’daki yandaşları ile bir olarak, Hitler’in Yahudileri yok etmeye çalıştığı gibi, Rusları yok ederek sonuçlandırmak istediğinden dem vurması, 27 Ocak öncesinde, ülkelerine yön verenlerin ne denli manipülatif olabileceklerinin güzel bir örneği.

Bu durumda, Rusya için demokratik rejimlerin taşeronudur Kiev yönetimi. Moskova’nın tarih boyunca haz etmediği Ukrayna halkına reva gördüğü zulmü haklı çıkartmak için girişilen bir manevra mıdır, yoksa bir akıl tutulması olarak mı görmek gerekir?

2004 yılından bu yana Rusya Federasyonunun Dışişleri Bakanlığını yürüten bir şahsın bu çıkışını başka türlü anlamlandırmak olası değil. ‘Son Çözüm’ bir faşizm klasiği, bir ırkçılık abidesi olarak yerini emsalsiz bir şekilde koruyacak. Gelişen olaylar, burada mağdurun Rusya olmadığını, bilakis Ukrayna’nın altyapısına dek yok edilmeye çalışıldığını, insanların göçe zorlandıklarını, çocukların yuvalarından ve yurtlarından kopartılarak Ruslaştırılmak üzere alıkonulduğunu, kaçırıldığını, tecavüzlerin, katliamların gündelik gerçekler olduğunu gösteriyor.

***

Savaştan önce, Hitler’in ırkçı söylemlerinin, Yahudi düşmanı tasarruflarının ayyuka çıktığı, sosyal tecridin, boykotların başlatıldığı dönemlerde, Yahudiler aidiyetleri ile ilgili ne gibi bir endişe içindeydiler? Evlerinde, memleketlerindeki gelecekleri ile ilgili kaygıları nelerdi?

Britanya Manda idaresi altındaki Filistin’e hareketinden birkaç hafta önce eşine yazdığı bir mektupta, bir Alman Yahudi’si kendisini şöyle sorgular:

“Burada ne gibi bağların var hala? Bunlar ne kadar güçlü? Burada nelere ulaşabileceğini umuyorsun ve bu umudu ne kadar sürdürebilirsin? Bir Yahudi olarak senin buranın geleceğinin bir parçası olma olasılığın yok mu gerçekten? Bu bugün için olanaksız ise, ne kadar zaman sonra mümkün olabilecek? Bu geçiş sürecini bekleme gibi bir şansın olacak mı? Ve burada tam olarak nelerden vazgeçiyorsun? Dışarıdan ne gibi beklentilerin olabilir? Nereye aitsin? Başka yerlere nasıl yerleşebilirsin ve nereye? Güncel arayışın ne? Senin için gerçekten önemli olan ne? Esas değerlerin nerede? Becerilerin, amaçların, ideallerin ne?”

Naziler ve ırkçı işbirlikçileri milyonları evsiz, yurtsuz bıraktı. Savaştan önce ve savaş süresince ölümle göç arasında kahredici bir rekabet oluşturdular. Bu rekabetin hala devam ediyor olması bir insanlık ayıbı değil de nedir? Kimi zaman göç ölümün önüne geçemedi. Kimi zaman ise çare evini yurdunu terk etmek oldu.

Aidiyet, kimi için romantikti. Birinci savaş esnasında ülkeleri Almanya için savaşan, sakat kalan, kahramanlık nişanları ile taltif edilen Yahudilerin ülkelerine aidiyetleri kesin ve tartışmasızdı. Ancak kişinin kendisini nasıl gördüğünden, nasıl tanımladığından öte, çevrenin kişiyi nasıl gördüğünün ve nasıl tanımladığının geçerli olduğu bir hakikat. Hal bu iken, böylesi kararlı bir bağlılığın hüsranla sonuçlanması nasıl bir acı içerir acaba?

Kısaca CV diye adlandırılan “Centralverein deutscher Staatsbürger jüdischen Glaubens -Yahudi İnancına Bağlı Alman Vatandaşları Merkez Birliği” 24 Mart 1933’te aşağıdaki bildiriyi yayınladı:

“Anavatana bağlı 565 bin Alman Yahudi’sini temsil eden en geniş kuruluş olan CV, son günlerdeki olaylar hakkında aşağıdakileri kamuoyu dikkatine sunar: Alman basınından takip ettiğimiz kadarıyla bazı yabancı yayın organlarında, işkence görmüş Yahudilerin Berlin Yahudi Mezarlığının kapısına bırakıldıklarına, Yahudi genç kızların halka açık yerlerde rahatsız edildiklerine, çoğu çocuk yaşta yüzlerce Alman Yahudi’sinin tacizden kaçarak İsviçre’nin Cenevre şehrine sığındığına dair yazılar çıkmaktadır. Bütün bu iddialar tamamen hayal ürünüdür. CV, açık ve net olarak beyan eder ki, Alman Yahudi toplumu, bu gibi söylentilerden sorumlu tutulamaz.

Alman halkı son birkaç haftada büyük değişikliklere tanık oldu. Bazı münferit şiddet olayları veya intikam saldırıları olmadı değil. Bunların bazılarının muhatabı Yahudi de olmuş olabilir. Ancak hem Reich hükümeti hem de yerel hükümetler gerekli önlemleri alarak bu gibi istenmeyen olayların büyümesini önlemişlerdir. Reich Şansölyesi (Hitler) de böylesi münferit kışkırtmalardan uzak durulması gereği üzerinde durmuş ve yerinde uyarıları sonuç vermiştir.

Esas itibarıyla yakın geçmişte sosyal yaşamda ve iş çevrelerinde ciddi antisemit amaçların varlığını görüyoruz ve elbette ki bu bizi derinden kaygılandırıyor. CV, önceden olduğu gibi bugün de bu sorunun tamamen Almanya’nın iç meselesi olduğunu düşünüyor. Alman Yahudilerinin savaşta ve barışta, canlarıyla mallarıyla kazandıkları eşit haklarının yürürlükten kaldırılmayacağına kaniyiz. Anavatana sonuna kadar bağlı Alman Yahudileri, Almanya’nın ilerlemesi için iyi niyetli diğer Almanlarla beraber çalışacaklardır…”

Yahudi gazetesi Jüdische Rundschau’da, aynı yılın 3 Şubat’ında, editör Robert Weltsch imzası ile yayınlanan yazıda değişik bir görüş yer almaktaydı:

“Sonunda kimsenin inanmak istemediği gerçekleşti ve Hitler Reich Şansölyesi oldu. Bu durum bize gerçeklerin altını çizmemiz gerektiğini emrediyor. Gerçek şudur ki Nasyonal Sosyalistlerin baskıları uzun zamandır hayatı olumsuz etkiliyor. Yahudilerin ekonomik ve kültürel yaşantıdan soyutlanmaları bir yana antisemitizm psikolojik atmosferi hızla etkisi altına almaya başladı. Yahudi yine Yahudi olduğunu biliyor çünkü bu gerçek kendisine unutturulmuyor. Referanslarını Nazi basınından alan ve bunların ajitasyonuna maruz kalmış bir toplumun içinde yaşamaya çalışmak kolay değil… Bu aşamada bizlerin de hataları olduğunu itiraf etmemiz gerekir. Aydınlanmanın bir sonucu olarak Yahudi toplumunun iliklerine işlemiş asimilasyon, tıpkı eski getto yaşantısına olan bağlılığımız gibi, günümüzde sırtımıza vurulan ilave ağırlıklardır. Biliyoruz ki, kendi geleceği için çalışmaktan çekinmeyecek yeni bir Yahudi tipi de var. O, kendisini, hem geleneksel getto yaşantısının olumsuzluklarından hem de asimilasyonun getirdiği mecburiyetlerden koruyacaktır. O, kendi kıymetini bilen, düşmanına nasıl tavır koyacağını bilen, şahsına yöneltilen aşağılamalara ve saldırılara karşı başını hep dik tutan biridir.”

***

Gettolar, ölüm kampları, toplu mezarlar, bir kültürün imhası, bir geleceğin söndürülmesi budur! 27 Ocak’lar yetmez, her gün anılmalı, gündeme gelmeli. Bir tragedya gibi değil, yaşanmış gerçek bir olay gibi, yalın bir şekilde. Auschwitz’e seyir halinde olan bir ölüm treninin havasız vagonunda, sonuna doğru yollanan bir kişinin duygularını iliklerinizde hissetmezseniz, kendinizi namlunun ucunda tetiğin çekilmesini bekleyen canın konumuna koyamazsanız, benzer durumların tekrarlanmasına engel olamazsınız.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün