Osmanlı´dan Cumhuriyet´e Türkiye´de antisemitizmin kısa tarihçesi

´Kulüp´ dizisinin yayınlanmasıyla, Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül üzerinden geçmişte yaşanmış, ancak üzeri kapatılmış ya da suskunlukla geçiştirilmiş olaylarla bir tür hesaplaşmadan / helalleşmeden söz edilmeye başlandı. Sadece Türk Müslüman çoğunluk değil, bazı Türk Yahudileri bile bir helalleşmeyi gerektiren olaylar silsilesinin tamamı hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Kimi zaman şiddet içeren olaylarla sonuçlanan ´öteki´ düşmanlığının yüzyıllar boyunca gelişerek nasıl bu raddelere geldiğini unutmamak ve oluşumunu irdeleyebilmek için, yaşananların hem tarihsel hem toplumsal kökenlerin incelemek gerekir.

Erdoğan MİTRANİ Perspektif
16 Mart 2022 Çarşamba

Bu yazının amacı Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyasından Trakya Olaylarına ve Yirmi Kur'a Nafıa Askerlerine uzanan Yahudilerin ötekileştirilme sürecinin kısa bir tarihçesini oluşturmak.

Öncelikle belirtilmesi gereken, Türkiye Yahudilerinin çoğunluğu Akdeniz kökenli Sefarad olsa da Anadolu’daki Yahudi varlığını, Engizisyondan kaçan İspanya ve Portekiz Yahudilerinin II. Bayezid döneminde Osmanlı İmparatorluğuna sığınmalarıyla sınırlamanın tarihsel ve bilimsel açıdan yanlış olduğudur. Arkeolojik bulgular, Anadolu’da Yahudi yerleşimlerinin MÖ 3. yüzyıldan beri var olduğunu belirlemiştir. Bu bulgular, Yahudilerin sadece 500 küsur yıl önce Osmanlı’ya göçen ‘yabancılar’ değil, 2200 yıldan beri Anadolu’da var olan ‘yerli’ topluluklardan biri olduklarını kanıtlar. İsrailoğulları’nın Filistin’e Bronz Çağdan beri gelmeye başladıkları, bölgeye 3000 yıl önce yerleştikleri bulguları ile Yahudilerinin kökeni Kenanlı İbranilere dayanan Orta ve Doğu Avrupa kolu Aşkenazların ilk binyılın başlarında, Yahudi-Roma savaşlarının galibi Roma tarafından Anadolu ve İberya üzerinden Avrupa’ya sürüldükleri hesaba katıldığında, Yahudilerin Anadolu-Mezopotamya-Filistin üçgeninin kadim halklarından biri olduğu ortaya çıkar.

Osmanlı’nın hoşgörüsü sayesinde Avrupa’dan gelen Sefaradlar, talmudik kurallara göre yaşadıkları ülkenin yasalarına harfiyen uymak zorunda olduklarından, Türklerle bütünleşerek ortak bir yaşam ilişkisi kurar. Bu ilişkide, Müslüman tarafın bakış açısı genelde hoşgörülü olsa da pek de sıcak olmayan, bir miktar horlama ve küçümsemeyle karışıktır. Osmanlı yasalarına göre dinlerini icra etmekte ve dillerini konuşmakta özgür Yahudiler, hukuken de Türklerle anlaşmazlıklarda eşit muamele görür; kadılar Müslim-gayrimüslim farkı gözetmeksizin, sadece kimin haklı olduğuna göre karar verir. Askerlikten muaf olan, daha doğrusu güvenlik amacıyla eline silah verilmeyen gayrimüslimler çoklukla kendileri için serbest olan ticarete yönelir. Bu da arada çıkan bazı sorunlara karşın, genelde Yahudilerin refah düzeylerinin yükselmesiyle sonuçlanır.

İmparatorluğun gerileme döneminde Müslüman çoğunluk, azınlıklara daha kuşkulu ve daha az hoşgörülü ruh hâline girse de şiddet içeren fiili antisemit davranışlar çok seyrektir. Yahudilere karşı saldırıların neredeyse tamamı Hıristiyan azınlıklar tarafından kışkırtılır; ta Orta Çağlardan beri, Hamursuz bayramında yedikleri mayasız ekmeğinin (matza) pişirme suyuna kaçırdıkları Hıristiyan çocuklarının kanlarını kattıklarını iddia eden saldırgan ve ırkçı söylem Ortodoks Hıristiyanlarca Osmanlı’da yüzyıllar boyunca sık sık ortaya çıkarılır. Osmanlı bürokrasisinin, bu düşmanca saldırıları padişah fermanlarına kadar her defasında kınamış olduğunu, bu söylemlerin Osmanlı adalet mekanizmasınca hep yasaklandığını unutmamak gerekir.

19. yüzyıl ortalarına doğru, eşitlik ilkesi kapsamında tüm tebaayı Osmanlılık bilinciyle vatan çatısında birleşip devlete bağlılıklarını temin etmek amacıyla gayrimüslimlere yeni haklar verilir; ülke yönetimine iştirak ettirilmek suretiyle vatana sahip çıkmaları sağlanmaya çalışılır. Türk unsurun geleceğiyle kendi geleceklerini bağlantılı gören Yahudiler devletin yanında yer alır, özellikle İttihat ve Terakki Cemiyetinin egemen olduğu 1908-1918 arası ve izleyen dönemde bu çizgiyi kararlılıkla sürdürürler. 31 Mart Hadisesinde Çanakkale, Keşan, Edirne ve Selanik’ten 700 Yahudi gönüllü, Hareket Ordusuna katılır.

I. Dünya Savaşı yenilgisinin ardından imparatorluk tarihe karışırken, Mustafa Kemal önderliğindeki destansı Kurtuluş Savaşı sonrasında, küllerinden doğan Zümrüdü Anka gibi Türkiye bir cumhuriyet olarak yeniden var olur. Osmanlı’nın varisi olmakla beraber, Türkiye Cumhuriyeti parçalanmış imparatorluğun kalıntılarından bir ulus-devlet inşa etmek, sultanın tebaası bir halktan Müslim ve gayrimüslim ayırımı yapmaksızın herkesin eşit haklara sahip olduğu bir yurttaşlar topluluğu yaratmak gibi farklı ilkelerle kurulur. Lozan Antlaşması ile azınlıklara önemli haklar sağlanır. İsmet Paşa’nın, I. Dünya Savaşı’nda sadık ve cesur askerler olarak da yer aldıklarına değinerek Yahudi azınlıkları övmesiyle Yahudiler, geleceğe iyimser gözle bakar.

İlk karalamalar

Ancak 1923’te, ilk adımları Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nin sahibi Ebüzziya Tevfik tarafından atılan, Yahudileri ‘simsar’, ‘kan emici’ sıfatlarıyla aşağılayan karalama kampanyası başlar. Yahudilerin hilekârlık ve sömürücülükle suçlanması, azınlık vatandaşların devlet memurluklarından ihraç edilmesiyle sonuçlanır. Kamu teşekkülünde işe alınmak bir yana, değil muvazzaf, yedek olarak bile subaylık yapmaları engellenir. Bu yasaklar aslında tüm azınlıkları hedefler ama, Rum, Ermeni ve Yahudi arasında pek fark görmeyen milliyetçi kamuoyunda, Yahudi cemaatine yöneltilmiş olarak algılanarak arkasında Hıristiyan Avrupa’nın desteği de olmayan Yahudilere karşı münhasıran antisemit davranışa dönüşür.

İki-üç yıl, basın aracılığıyla desteklenen antisemitizm 1926’da ispat edilememiş çok sayıda yalan haberin desteğiyle doruğuna ulaşır. O kadar ki, Yahudilere karşı o güne dek tavır almamış Cumhuriyet gazetesi bile, onları ‘nankör bezirgânlar’, ‘yılanlar’ olarak nitelendirir. Kampanya 1927’nin sonlarına doğru yavaşlar. Amaç artık azınlıklara düşmanca davranmak değil, onları Türkleştirmektir.

Ulus-devletin kurulmakta olduğu ortamda, Müslim ve gayrimüslim herkesin Türklüğü, Türk kültür ve dilini benimsemesi, özümsemesi, bu ülkü etrafında kenetlenmesi anlaşılabilir bir amaçtı. Ancak yüzyıllarca ümmet düzeninde, kendi cemaatlerinde kapanarak yaşayan, Lozan’dan kendi dillerini özgürce konuşma hakkını da almış azınlıkların, anadilleri Yahudi İspanyolcasını, Rumca ve Ermeniceyi bırakıp umumî yerlerde ve aralarında Türkçe konuşmaya başlayacaklarını ummak aşırı iyimserliktir. Bu talebi doğal akışına bırakmanın ütopik olduğunu, azınlıkların umumi yerlerde Türkçeden başka bir lisan kullanmalarının ancak zorlamalarla gerçekleşeceğini öngören Dâr-ül-fünûn Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti, 13 Ocak 1928’deki yıllık kongresinde ‘Vatandaş Türkçe Konuş’ kampanyasını başlatma kararı alır.

 

Vatandaş Türkçe Konuş!

Günümüzde adındaki faşizan göndermenin bile itici geldiği bu kampanya, 1930’larda hükümetin desteğiyle sürdürülür; giderek azınlıklara karşı baskıcı, tacizci bir biçim alır. Tramvaylarda, gazinolarda, çay bahçelerinde, tiyatrolarda, sokaklarda, yazın Adalar’a sefer yapan vapurlarda Türkçe’nin dışında bir dil konuşanlara sertçe müdahale edilir, yabancı dilde gazete okuyanların gazeteleri öfkeyle yırtılır. İki kişinin aralarında istedikleri dilde konuşmaları bile yöneltilen tehditkâr bakışlar nedeniyle imkânsızlaşır. Gençlerin Türkçe konuşmayanlara müdahale etmeleri, Ada vapuruna binip, Rumca, Ermenice, Yahudice ya da Kürtçe konuşanların eline “Vatandaş Türkçe konuş” kartları tutuşturmaları sık sık tartışma ve kavgalara sebep olur. Daha vahimi, bu saldırgan davranış emniyet güçlerince engelleneceğine desteklenir, asılan “Vatandaş Türkçe Konuş” flamalarını yırtan azınlıklar göz altına alınır.

Bu ortamda en çok sorun yaşayanlar yine Türk Yahudileridir. Sinagoglarda dua ederken anlamadan tekrarladıkları İbraniceyi Yahudilerin ana dili gören Müslüman çoğunluk, Türkçe öğrenmek yerine onları kovan İspanyolların dilini konuştukları, yeni lisan öğrenmeye karar verdiklerinde de Türkçe yerine Fransızcayı tercih ettikleri için onları ‘çifte nankör’ ilân eder. Sürekli saldırılardan bıkan Türk Yahudileri gergin havayı dağıtmak, kamuoyunu rahatlatmak amacıyla sinagoglarda Türkçe konuşacaklarına dair taahhütname imzalar; çoğu Türkçeyi ağır bir Yahudi şivesiyle konuştuğundan, düzgün Türkçe konuşabilmek için genç üniversitelilerden ders almaya başlarlar.

 

Avrupa’daki Faşizmin etkileri

Geldik Adolf Hitler başkanlığındaki Nasyonal Sosyalist İşçi Partisinin 1933’te seçimle iktidara gelmesine. Almanya, etkisi tüm Avrupa’da görülecek antisemit ve ırkçı bir siyasete adım attığında Nazi ideolojisi Türkiye’de de sempatizan bulur; ırkçı-Turancı ve Nazi yanlısı kişi ve grupların yayınları 1934’te zirve yapar, Nihal Atsız ve Cevat Rıfat Atilhan’ın yazıları Nazizm’in Türkiye’deki yankısı haline gelir; Yahudiler artık Türkleştirilecek vatandaşlar değil, kovulması, hatta yok edilmesi gereken bir güruhtur.

Nihal Atsız ‘çıfıt’ olarak adlandırdığı Yahudilere, ‘zilletin, korkaklığın, seciyesizliğin (karaktersizliğin) ve kötülüğün örneği olarak’ nefret kusar, “Tarihin bu hain ve p.ç milletini artık aramızda yurttaş olarak görmek istemiyoruz… Onun mayası Yahudilik, yani kahpeliktir” der.

Cevat Rıfat Atilhan, Yahudileri vatana ihanet etmekle suçlar, Hitler’in Yahudilere karşı sürdürdüğü siyasetin örnek alınması gerektiğini iddia eder, 1933’te devlet desteğiyle Almanya’ya yaptığı gezi sırasında ziyaret ettiği toplama kampını beş yıldızlı otelmiş gibi tarif eder. Aynı dönemde Mustafa Nermi, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç yazılarıyla, Cemal Nadir alaycı karikatürleriyle antisemitizmin yayılmasına katkıda bulunur.

Yahudileri ötekileştiren ve düşmanlaştıran bu kışkırtıcı yazılar, 1934 Trakya Olaylarının saldırgan husumet ortamını hazırlar.

Dönemin tek faşist lideri Hitler değildir. İtalya’da Benito Mussolini, 1930’ların başında yeniden iktidara gelir; 1934’te Asya ve Afrika’yı genişleme alanları olarak tanımlar. Akdeniz’i “mare nostrum / bizim deniz” olarak nitelemiş olmasını, “İtalya'nın işgal etmek istediği yerler arasında Türkiye'yi de gördüğünü ima etmek” olarak algılayan Türk hükümeti, Trakya'nın stratejik konumuna öncelik tanımaya karar verir.

1930’ların başında, ülkedeki geri kalmışlık ve bölgelerarası kalkınmışlık farklarının asgariye indirilmesi, asayişin ve devlet otoritesinin tesisi için, Umûmî Müfettişlik örgütlenmesine giden hükümet, Trakya Umûmî Müfettişliğine asal amacının yanında daha önemli bir görev verir. Balkan ve Kurtuluş Savaşı sırasında işgale uğrayan Trakya, olası bir savaştan kaçmak isteyen Avrupa’dan göç almayı sürdürmektedir. Mussolini’nin ima ettiği saldırı gerçekleşirse, bu bölgede yaşayanlar arasında düşmanla iş birliğine gidebilecek unsurlar olma olasılığı vardır. Trakya Umûmî Müfettişlik’in esas görevi Trakya’da yaşayan göçmen ve Gayri Türklerin nizami olarak yerleşiminin temini amacıyla nüfus gruplarının, yerleşim alanlarının, iş kollarının ve ekonominin kimlerin elinde olduğunun tespit ederek raporlanmasıdır. Bu yüzden, Müfettişliğin başına bir bürokrat değil, 1919’da Samsun’a Mustafa Kemal’le çıkan 18 subaydan biri olan, Atatürk’ün çok güvendiği İbrahim Tali Bey atanır.

İbrahim Tali’nin ilk gözlemi Trakya’nın ekonomik hayatında Yahudilerin aşırı yer tuttuğudur. Osmanlı’da tehcire maruz kalan Ermenilerin ve Lozan uyarınca mübadele edilen Rumların bıraktığı ticari boşluk Trakya’da, umulduğu gibi yerli Türklerce değil, Yahudiler tarafından doldurulmuştu. Rıfat Bali’nin de aktardığı gibi Tali raporunda: “Trakya Türkünü canlandırmak, iktisadi kalkınmaya mahzar kılmak için iktisadi sahada yapılacak ilk teşebbüsün Trakya’nın kazanç ve hayat kaynaklarını sağlam tedbirlerle öz Türk çocuklarına intikal ettirmek ve bütün Trakya piyasalarını Musevi hâkimiyetinden kurtarmaktadır” demektedir.

Bu uyarılara dayanılarak 14 Haziran 1934’te 2150 sayılı İskân Kanunu çıkarılır. Kanuna göre Türkçe konuşmayan Türkler, yani kendilerini Türk kültürüne bağlı hissetmeyen, anadili Türkçe olmayan azınlıklar, zorunlu toplu iskana tabii tutulacaktır. Devlet, bu kanunla, toprak bütünlüğüne tehdit gördüğü azınlıkları bir tür tehcir aracılığıyla asimile etmeyi ve Türkleştirmeyi planlamaktadır. Ancak kanun bu amacı aşarak, 1934’te Trakya’da gerçekleşen olaylara yasal zemin hazırlamış ve içeriğinde, olaylar sırasında devletin neden sessiz kaldığının, müdahale etmediğinin cevabını barındırmıştır.

Azınlıkların özgürlüğüne açık tehdit niteliğindeki bu kanun yürürlüğe girer girmez Trakya Yahudilerine ölüm tehditleri gelmeye başlar, halkı Yahudi tüccarları boykot etmeye davet eden bildiriler dağıtılır; Yahudilere ekmek bile satılmaması telkin edilir. 21 Haziran’da, Edirne, Kırklareli, Çanakkale, Tekirdağ, bunlara bağlı Uzunköprü, Babaeski, Gelibolu gibi Yahudilerin yoğun yaşadıkları yerlerde halk tarafından Yahudilere yönelik eş zamanlı saldırılar başlar. Genelde şiddet, baskı, gasp, taciz ve tehditle korkutarak kaçırmaya yönelik olaylarda, evlerin kapısını kırıp giren eli sopalı erkekler her tarafı yıkıp döker, bulabildikleri veya zorla aldıkları nakdi ve para edecek eşyaları götürürken ev halkını tehdit eder. Yahudi iş yerlerinin camları kırılır. Ölçü giderek kaçar, saldırılar taciz, vahşet, tecavüze dönüşür. Kırklareli’nde çırılçıplak soyulmuş bir haham atın arkasına bağlanarak sokaklarda sürüklenirken, karısı ve kızına tecavüz edilir. Canlarını ve namuslarını tehdit altında gören Yahudilerin çoğunluğu tek çareyi evlerini terk etmekte bularak, İstanbul’a, diğer büyük şehirlere, hatta Amerika ve Filistin’e göç eder. Resmi makamlar tarafından göz ardı edilen, emniyet kuvvetlerinin müdahale etmediği olaylar, Yahudilerin İstanbul’a göçü sırasında basının haberdar olmasıyla açığa çıkar. Konu basına yansıdıktan sonra güvenlik güçlerinin müdahalesiyle başladıktan yaklaşık 15 gün sonra bastırılır.

Yahudilere yönelik şiddetin kimler tarafından gerçekleştirildiği günümüze kadar tespit edilmemiştir ama, kesinlikle edildiği gibi birkaç çapulcu olmadığı bellidir. Olaylardan önce tüm şehirlerde Yahudilerin boykot ve tehdit edilmesi, Yahudi aleyhtarı bildiriler dağıtılması, fiili saldırıların Trakya’nın farklı bölgelerinde eş zamanlı başlaması, olayın rastlantısal değil planlı bir eylem olduğunun göstergesidir; başlamasından uzun süre sonrasına kadar bir resmi engellemeyle karşılaşılmaması, eylemlerin arkasında devletin olduğu şüphesini arttırır.

Trakya Olaylarının gerçek sorumlusunun kim olduğuna dair iki farklı çıkarım yapılabilir. Birincisi hükümetin gayri resmî emirleri doğrultusunda Umumî Müfettişliğin yerel örgütleri harekete geçirdiğidir ki, böyle bir emir talimata herhangi bir belge bulunmuş değildir. İkincisiyse Trakya Umumî Müfettişinin, kendi inisiyatifiyle bu işi yürüttüğüdür ki, devletin bir bürokratının hükümetin haberi olmadan böyle bir konuda karar vermesi pek olası değildir.

Sorumluları hiç belli olmasa da Trakya Olayları yöredeki 13 bin Yahudi’den 10 bininin evini terk etmesiyle sonuçlanır. Hedeflenen amaca, yörenin Yahudilerden arındırılması sonucuna maalesef ulaşılır.

Yirmi Kur’a Nafia Askerleri

Geldik ‘Yirmi Kur’a İhtiyatlar’ ya da azınlıkların belleğindeki adıyla ‘Yirmi Kur'a Nafia Askerleri’ olayına. Nisan 1941’de 27-40 yaş aralığındaki gayrimüslim erkekler daha önce askerliğini yapıp yapmamış olma, hastalık ve akıl sağlığı gibi kıstaslar uygulanmaksızın, topyekûn ihtiyat eratı olarak silah altına alınır. Savaşa girmese de fiilen seferberlik durumunun yaşandığı Türkiye’de ihtiyatların askere çağrılması normaldir ama, sadece gayrimüslimlerin askere alınması, dil, din, ırk farkı gözetmeksizin tüm vatandaşlarını eşit kabul eden 1924 Anayasası’na aykırıdır. Üstelik bu ‘vatandaşlar’ silah altına alınmalarına karşın silahlı eğitim yaptırılmamış, terhis edildikleri Temmuz 1942’ye kadar amele taburu olarak yolköprü inşaatlarında çalıştırılmıştı. Bugüne kadar bu ayırımcılık olayının nedenleri hakkında resmi, yarı resmi ya da gayri resmi bir açıklama yapılmadı.

Sermayenin Türkleştirilmesi

Nafia Askerlerinin terhisinden 3,5 ay sonra, ülke sermayesinin Türkleştirilmesi yolunda en önemli aşama olan Varlık Vergisi Kanunu yürürlüğe girer. Kanun meclise gelmeden manevi altyapısı ustalıkla hazırlanır. 1942 yazı boyunca İstanbul gazetelerinde hırsızlık, karaborsacılık ve vurgunculukla ilgili haber ve yazılar ön plana çıkarılır, hemen her gün gazetelerde ‘karaborsacı Yahudi’ tiplemesiyle karikatürler yayınlanır.

11 Kasım 1942’de TBMM'de tartışılmadan kabul edilen Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek”tir.

Ancak, dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu, basına kapalı CHP grup toplantısında asıl gerekçeyi şöyle vurgulayacaktı: “Bu, aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz… Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.”

Her il ve ilçede kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulur; komisyon kararları nihai ve katidir, itiraz hakkı yoktur. Ödeme süresi ek süre verilmeksizin 15 gündür. Tahakkuk eden vergiyi 15 günde ödemeyenlerin malları haczedilerek icrayla satılacak, bir ayda borcunu ödemeyen mükellefler, bedeni kabiliyetlerine göre genel ve belediye hizmetlerinde çalıştırılacaktır.

Kanunda Müslim-gayrimüslim ayırımı yoktur ama İstanbul'da kurulan üç komisyon, 18 Aralık’ta ödenecek vergileri açıkladığında yüzde 87’sinin gayrimüslim, yüzde 7’sinin Müslim mükelleflere yüklendiği görülür. Uygulanan vergi Müslümanlara göre yüzlerce kat ağır olan gayrimüslimlerden servet ve gelirlerinin çok üstünde vergiler talep edilir. Aralık 1942-Ocak 1943'te İstanbul’da gayrimüslimlere ait binlerce taşınmaz el değiştirir. Mülklerin yüzde 67 kadarını Müslüman Türkler, yüzde 30’unu resmi kurum ve kuruluşlar satın alır. Çok sayıda gayrimüslim itiraz hakkı olmayan bu haksız vergilendirmeyi karşılayamaz. 27 Ocak-3 Temmuz arasında, tümü gayrimüslimlerden oluşan 1229 kişi trenlerle Erzurum Aşkale'deki çalışma kamplarına yollanarak sert kış koşullarında kar küremek, yol süpürmek gibi işlerde çalıştırılır. 8 Ağustos 1943’te, 900 kişi, yol inşaatlarında taş kırmak amacıyla Eskişehir Sivrihisar'a nakledilir.

İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, sürgünler 17 Aralık 1943’ten itibaren evlerine dönebilir. 25’i yaşlılığa, üzüntüye veya ağır koşullara dayanamayıp çalışma kamplarında ölmüştür; dönenlerin çoğu da bedensel ve ruhsal sağlıklarına kavuşamaz. Varlık Vergisinin kendisiyse, Yahudi lobilerinin ABD nezdinde faaliyetleri, ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sebebiyle, 15 Mart 1944’te kaldırılır.

 

Devam edecek…

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün