Holokost Kurtulanı Peter Rosenfeld Span

27 Ocak Uluslarası Holokost Kurbanlarını Anma Günü´nde Şalom ArtıOnsekiz olarak Despertar İzmir ve Yad Vashem işbirliğinde tarihe Holokost kurtulanı Peter Rosenfeld Span´in anlattıklarıyla tanık olduk.

Liza CEMEL Zaman Makinesi
1 Şubat 2022 Salı

Birkaçımız şanslıysak bir Holokost kurtulanıyla belki yüz yüze tanışma, sohbet etme fırsatı bulmuşuzdur. Ama son yıllarda hem pandeminin etkilerinin sürmesiyle hem de Holokost kurtulanlarının sağlığını riske atmamak adına bu buluşmalar online gerçekleşiyor.

Yaşlanan kurtulanların sayısı maalesef gittikçe azalıyor. Hayat hikâyeleri her ne kadar muhafaza edilmeye çalışılsa da birinci ağızdan tanık olma şansımız da azalıyor. O yüzden ben kendim ve Şalom ArtıOnsekiz ekibi; katılımcılarımız ve ortaklarımız adına şunu rahat bir şekilde söyleyebilirim ki; bize katılan ve hikâyesini en içten şekilde paylaşan Sayın Peter Rosenfeld Span’e müteşekkiriz. Hikâyesi bizim için çok değerli. Onun ve diğer Holokost kurtulanlarının mirasını bir sonraki nesle aktarmak bizim elimizde ve sorumluluğumuzda. Unutmamız imkânsız ama hep hatırlamak ve unutturmaya çalışanlara hatırlatmak için buradayız.

“Bir daha ASLA… Her zaman HATIRLA…”

 Peter Rosenfled Span’i tanıyalım…

(Görsel kaynakları: Yad Vashem)

Peter Rosenfeld Span 1938 yılında Belgrad’da (o zamanlar Yugoslavya) varlıklı ve mutlu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldi. Anne ve babası 1930’da evlendi ve çokça seyahat etti. Evin en küçüğü olarak hep en sevilen ve korunan oldu.

Bu mutlu ailenin çocuğu olarak Peter’ın korunaksız dış dünyada antisemitizm ile ilk karşılaştığı an Subotica’daydı. Küçük şehir Subotica’da altı yaşındaki çocuklar rahatça etrafta gezinebiliyorlardı. O dönem Yahudiler kıyafetlerine sarı Davut Yıldızı da işlemek zorundaydılar. Annesinin ricasıyla süt almak için 4-5 blok yürüyen ve dönüşte kendinden büyük çocuklar tarafından dövülen Peter, kırılan cam süt şişesi ile ağlayarak eve döndüğünde annesinin ona kızacağını düşünmüştü. Onun yerine annesi ona sarılmakla yetinmişti…

 

O dönemlere dair ilk hatırladığı an; 1941 yılının nisan ayından, Almanya’nın Belgrad’ı bombalaması. Büyük evlerinden oldukça şiddetli patlamayı duymuştu. Yaşadıkları bölgede tek yeraltı garajı onların evinin altındaydı. Patlamanın etkilerini en aza indirmek ve komşulara destek olmak amacıyla garajın kapısını çevredekilere açtılar.

Geçmişe dair ikinci anısı ise altı yaşındayken oluyor; sınır dışı edilme başladığında. Patlama sonrası Belgrad Alman askerleriyle dolmuştu. Peter’ın babası ve enişteleri Macaristan sınırında bulunan Subotica’daki en büyük nalbur dükkânına sahiplerdi. Yugoslav’dan çok Macarların olduğu Subotica’da herkes Macarca ve Sırp-Hırvatça biliyordu. 1944’e kadar orada sakin ve mutlu sayılabilecek bir hayat sürdüler.

Bundan önce, 1939 yılında Peter’in ailesi Amerika’ya seyahat etti. Sonsuza dek orada kalmayacaklarını bildikleri için başka bir yeri akıllarında bulundurmak istiyorlardı. Aynı düşünceyle kendi çocuklarına Yugoslav, Macar veya Yahudi isimleri koymadılar, aksine dünyada popüler olan ve bilinen havarilerin isimlerini koydular: John, Paul, Peter. 1939’da aynı zamanda Peter’in annesinin tek erkek kardeşinin yaşadığı Mexico City’ye gittiler ve şehre âşık oldular.

Amerika’da, Macaristan’dan eski sınıf arkadaşları Flesch ailesi ile buluştular. Arkadaşları Avrupa’da durumların gittikçe kötüleştiğini ve dönmemeleri gerektiğini telkin ettiler. Babası işi, arabayı ve evi satmak için geri dönmeleri gerektiğini söyledi. Geri döndüklerinde ne işi, ne evi, ne de arabayı satabildiler ve ilk olarak Subotica’daki gettoya gönderildiler. Daha sonra da başka bir gettoya; Bácsalmás. Orada 1 buçuk ay kaldıktan sonra Auschwitz’e olduğu söylenen trene binmeleri gerekti.

Bu esnada herkes hızlı yürürken Peter’ın annesi üç küçük çocukla hızlı yürüyemiyordu, acele de etmiyordu. Çocuklarına: “Don’t run, there is no rush… (Koşmayın, acelemiz yok…)” diyordu. Peter Rosenfeld Span’in Yad Vashem ve Uluslarası Holokost Araştırmaları Merkezi (ISHS) ile beraber çektiği ve hayat hikayesini anlattığı belgesel filminin de başlığı buradan geliyor: “Mother Told Us Not To Run” (Anne Koşmamamızı Söyledi).

 

Peter’ın yedi kere lotoyu kazandım diye hem canlı yayınımızda hem de belgesel filminde anlattığı anlardan biri de buydu. Acele etmedikleri için tren vagonun en sonundaydılar. Müttefikler tren yollarını bombaladıkları için arada hiçliğin ortasında duruyorlardı, dışarıya bakan pencereler çok yüksekti ve nerede olduklarını bile bilmiyorlardı. Durakların birinde, birbirini kaldırıp dışarıyı görebilen kişilerden durdukları yerde çalışan insanların olduğunu duydular. Peter, kardeşleri ve annesinin sürülmesinden iki yıl önce babasının zorunlu çalışma kampına gönderildiğini biliyordu. Peter da babasını görmenin umuduyla havaya kaldırılacaktı ki tren yeniden hareket etmeye başladı. Babası trene onlarla binmek istediyse de annesi en azından dışarıda, nispeten ‘özgür’ olan eşinin bunu yapmasına izin vermedi.

Durdukları kasabalardan birinde tren ikiye ayrıldı; öndeki kısım Auschwitz’e, arka kısım ise Viyana’nın yakınındaki Strasshof’a devam etti. Peter orada ilk defa annesinden ayrı kaldığı günlerde, hayatının en kötü zamanını geçirdiğini ve durmaksızın ağladığını de ekliyor. Küçük kardeş olarak abilerine tutundu. Çitlerin karşı tarafında annesini görse de Alman askerleri o yaklaştıkça onu itiyorlardı.

Daha sonra Strasshoff’dan Ulrichskirchen’e gönderildiler. Dokuz ay zorunlu çalışma kampında kaldılar. 1944 yılındaki Viyana Belediye Başkanı 30,000 yetişkin köle istemişti. O dönemde Avusturyalı ve Alman yetişkinler ya Amerika’ya karşı Fransa’da savaşıyorlardı ya da Rusya’da Sovyetlere karşı ölüyorlardı. Endüstri ve tarımda çalışacak işçilere ihtiyaçları vardı. Adolf Eichmann bu konu hakkında zamanın Yahudi lideri Rezső Kasztner ile müzakere etti ve 15,000 Yahudi’yi Auschwitz’e, geri kalan 15,000’i de Viyana’nın etrafındaki küçük köylere gönderdiler. (Kasztner, 1957'de İsrail mahkemesinin kendisini Nazilerle işbirliği yapmakla suçlamasının ardından öldürüldü.)

 

Ulrichskirchen, 1964

12 yaşından büyükler yetişkin olarak kabul ediliyorlardı. Annesi, kuzenleri ve ağabeyi Ivan tüm gün çalışıyorlardı. Peter gibi çocuklar da aşçı yeter diyene kadar mutfağa su taşıyorlardı. Su taşıma işi bittikten sonra dışarı çıkıp ‘oyun oynayabilirdi.’ Lakin açlıktan ve kamptaki koşullardan bu pek mümkün olmuyordu. Lahana ve patatesten yapılan, domuzlara verilen koyu çorbadan içiyorlardı yalnızca. Macarcada bu çorbaya ‘ Moslék leves’. Aslında kelime anlamı da domuzlara verdikleri tadı kötü, kirli yem-vari karışıma tekabül ediyor.

Kampta hayat mücadelesi verirken çocuklar tabii ki de okul hayatlarından ve öğrenimlerinden mahrum kalıyorlardı. Hayatta kalma mekanizması ve ‘yaşamaya’ devam etme düşüncesi ile Peter’in kuzeni Eva tüm çocukları topluyor ve tarihten coğrafyaya bir sürü dersi onlara anlatıyordu. Peter’ın unutmadığı bir an kuzeninin, Tutankamon çok zengin, Moslék’i altın kâseden içiyor demesiydi. Böyle de küçük anlar insanın zihnine kazınıyor.

Açlığın yanı sıra dondurucu soğuk da bir diğer zorluktu. Gazete kâğıtlarını bacaklarına ve vücutlarına sararak korunuyorlardı. Peter ve diğerleri aynı zamanda iki gün Alman askerleriyle yaklaşık 20x20 büyüklüğündeki bir şarap mahzeninde kaldılar. Aynı zamanda Alman ordusu Sovyet ordusundan geri çekiliyordu. O zamanlar Nazi kelimesi de bilinmiyordu, onlar için Alman askeri olan askerlerden biri Peter’i kucağına alıp kendi aile resimlerini gösteriyordu. Peter’ın annesi daha sonra oğluna, askerin ona oğlunu özlediğini, oğlunun onunla aynı yaşta olduğunu söylemişti.

Almanlar ayrıldıktan ve ateşler arasında bulundukları bir an, Ivan’ın da aralarında olduğu gençler 100 metre uzakta başka bir kampa gidip karınlarını doyurmak için patates çuvalı aldılar. Bu süreçte ateşler ve bombalar arasında ölen gençler oldu.  

Peter’ın kuzeni Eva sayesinde hatırladığı başka bir olay ise Rus askerlerinin mahzene gelip genç kızları sormasıydı. Bu durumu bilen annesi kızları saklıyordu. Üzerlerine battaniye koyup askerleri kandırıyorlardı.

Rusların oradan ayrıldıkları günden bir gün sonra kamptaki yetişkinler Bratislava’ya gitmek için uygun zaman olduğuna karar verdiler. Hemen ayrılmak istemelerindeki neden ise her an Rusların geri çekilip Almanlarla yeniden kalmalarından korkmalarıydı. Yağmurlu bir günde sabah yediden akşama kadar yürüyen Peter’ın bir başka tüm gün ağladığını anımsadığı gün oydu.

Aynı gün, Peter ilk ve tek defa ölü bir asker de görmüştü. O zamana kadar ölüm ve diğer kötü olaylar Peter gibi diğer çocuklardan olabildiğince uzak yaşanıyordu.

Zaman Amerikan kamyonlarının Peter ve diğerlerini Bratislava’dan Budapeşte’ye götürmesine geldiğinde, akıllarda tek bir soru vardı:” Eve ulaştığımızda babayı bulabilecek miydik?”

 

Subotica’daki evlerinde geldiklerinde Peter’ın babası kapıyı açtı. Onlardan üç ay önce eve ulaşmıştı, ama dövülmüş ve böbrek problemleriyle dönmüştü. Bu süreçte arkadaşları onu hastaneye yatırma konusunda yardım etmişlerdi. Her şeye rağmen o an babasını yeniden gören Peter’dan daha mutlusu yoktu. Eski günlerdeki gibi ailecek oturup son üç yılda başlarından geçenleri konuştular. Hâlâ asker kontrolü olduğundan sekizden sonra dışarı çıkamıyorlardı. Ülser hastası olan babası, kurtulma umuduyla operasyona girse de ameliyat esnasında, Peter yedi yaşındayken hayatını kaybetti. Yaşadıkları onca şeyden sonra annesi çocukların da cenazede bulunmalarını istedi.

Yeni komünist devleti, Span ailesinin evlerinin bir aile için çok büyük olduğunu ve üç tane aile daha yanınıza taşınacak dediği zaman Anne Span evi satıp Meksika’a gitmek için doğru bir zaman olduğuna karar verdi. 1947’ye kadar Yugoslavya’da kaldıktan sonra Meksika’ya göç ettiler. Paris’te dört ay kaldıktan sonra Amerika ve Meksika vizesi aldılar. Bindikleri kargo gemisinde taşınan kutularca portakal ve gemicilerin tüm yol boyunca istedikleri kadar portakal yemelerine izin vermesi de Peter’ın şaşırdığı anlardan biri oldu. Savaş dönemi yaşanılan zorlukların üstüne bedava portakallar bile insanları şaşırtıyor olsa gerek. New York’a ulaştıklarında, iki hafta boyunca aile dostları Flesch’ler ile kaldıktan sonra 14 Temmuz 1947’de trenle Meksika’ya geçtiler.

Anlatısının sonunda Peter şu sözleri ekledi: “Ben neden kurtuldum? Yedi kere lotoyu kazandım. Üç şanslı anlardan ilki 1944’te tehcir edilmemizdi. Daha önce gitmeye zorlansaydık kamplara ulaştığımız ilk anda öldürülebilirdik. İkincisi küçük bir kampa gönderilmiş olmamızdı. Büyük kamplar dışında 1600 tane işçi kampı var. Üçüncü ise ‘Koşma, acelemiz yok…’ uyarısıydı. Auschwitz yerine Strashof’a gittik.”

Holokost’tan kurtulan çoğu kişi hikâyesini paylaşmakta zorluk çekiyor. Bu deneyimi yaşayan herkesin kendine özgü travma-sonrası etkileri olduğunu görüyoruz. Benzer şekilde Peter dokuz buçuk yıl Yugoslavya, 30 yıl Meksika’da kaldığı süre zarfında yaşadıklarından bahsetmedi.

Peter kendisine bu soruyu senelerce sordu: “İnsanlar neden hikâyelerini anlatamıyor?” Bunun tek ve doğru bir cevabı olmasa da, üç ay önce kendine verdiği cevap şöyle oldu; yaşanılanları halka açık alanda, herkesin gözü önünde tecavüz edilmeye, aşağılanmaya benzetti. Bu durumda nasıl rahat anlatabilirlerdi ki?

Ta ki 1997 yılına kadar… O sene Steven Spielberg Holokost röportajları yapmaya başladı. Ödüllü filmi ‘Schindler’in Listesi’nden bir yıl sonra, yani 1994 yılında kurduğu vakıf (USC Shoah Foundation) ile Spielberg, bu projeyi Holokost kurtulanlarının ve tanıklarının işitsel-görsel röportajlarına adamıştı.

Los Angeles’tan Meksika’ya gittiği zamanlardan birinde abisi Ivan: “Ben kendi röportajımı yaptım, sen de yapmalısın.” dediğinde Peter’ın tepkisi şöyle oldu: “Hayır, hepimizin hikâyesi aynı. Bizi öldürmeye çalıştılar ve kurtulduk, şimdi de buradayız…”

Peter ayda bir Meksika’ya gidiyordu. Gittiği diğer zamanlardan birinde Ivan çoktan Peter’ın Holokost röportajını ayarlayarak ona yalnızca pazar günü 11’de olması gereken yeri söylediğinde Peter’ın gitmekten başka bir çaresi kalmamıştı. İlk defa hayatında o zaman üç saat bir kameranın karşısında çocukluk hikâyesini anlattı. Filmi çeken yaşananları bir de abisinin ağzından duyduğu için zaman zaman gülümsüyordu.

O zamandan 2002’ye kadar da hiç konuşmayan Peter, sessizliğini torunu sayesinde yeniden bozdu. Torunu 12 yaşındaydı ve okuldaki bir projesi için Peter’dan hikâyesini yazmasını istemişti. Üç sayfalık ifadesiyle torununun sunduğu yazı okuldakileri oldukça etkilemişti. Ama yine de yazdığı için ve konuşarak anlatmak zorunda olmadığı için Peter halen tamimiyle kendini hikâyenin gücüne bırakmamıştı.

2007’de, Holokost röportajlarından dokuz yıl sonra, eşinin torunu Los Angeles’taki Holokost’u Anma Ayı için sınıfına gelip konuşmasını istemişti. İşte o zaman ilk defa bir sunum hazırlayarak altıncı sınıf öğrencilerinin karşısına geçti. Bu sunumu o yaş grubunun daha iyi anlayacağı ve bir şekilde keyifle dinleyeceği şekilde hazırlamıştı. Daha önceden yalnızca hikâyesini küçük aile buluşmalarında anlatan Peter o zamandan beri okullarda konuşmalar vermeye başladı. Bu süreç yavaş olsa da zaman geçtikçe konuşmak daha rahat olmuştu onun için.

Okulda verdiği sunumlara dair anlattığı bir anı ise, öğrencilere rastgele: “Temmuz ayında doğanlar orada ayakta dursun…” idi. Aslında altta yatan mesaj, Yahudi’yim ve kampa gönderildim, başa bir nedeni yoktu…

İlave bir not olarak şunu eklemek isterim, Bay Rosenfeld Span aynı zamanda kişisel hatıra türünde bir kitap da yazdı. Daha detaylı bilgiye, Bay Span’in kitabını bağışladığı Amerika Birleşik Devletleri Holokost’u Anma Müzesi sitesinden ulaşabilirsiniz: https://portal.ehri-project.eu/units/us-005578-irn49149

Yayınımızda bahsedilen belgesel filmine bu link üzerinden ulaşabilirsiniz: (“Mother Told Us Not To Run”) https://www.yadvashem.org/education/testimony-films/peter-rosenfeld-span.html

Kaçıranlar ve yeniden izlemek isteyenler için, buluşmamızın kaydına Şalom TV Youtube kanalımızdan veya direkt bu linkten ulaşabilirsiniz:

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün