Biyografisini bekleyen İnönü

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
29 Aralık 2021 Çarşamba

Birden fark ettim ki, 25 Aralık, tam da Noel günü, İsmet İnönü’nün sene-i devriyesiymiş. 1973’te ölmüştü. O günü şu an cereyan ediyormuşçasına canlı şekilde hatırlıyorum. Birkaç gündür çok hasta olduğunu işitiyorduk, gazeteler yazıyor, televizyon haber veriyordu. Nihayet Ankara Kolejinin sahnesinde bir oyuna hazırlanırken haberi geldi. Her şey dondu. Hocalar ağlamaya başladı.

Benim öyle bir heyecanım olmadı. Ama yetiştiğim evde İnönü (ki, sürekli ‘İsmet Paşa’ denirdi, o alışkanlık bana da geçti, şimdi bile ‘İsmet İnönü’ diye yazarken zorlanıyorum; ders anlatırken İsmet Paşa dediğimde öğrenciler yüzüme bir garip bakıyorlar) ‘kutsal kişiler’den biriydi.

Annem de babam da 1925 doğumluydu, Halk Evlerinde ve koyu, keskin, katı bir 'Cumhuriyet ideolojisi’ içinde yetişmişlerdi. Onlar için Atatürk ‘Ebedi Şef’, İnönü ‘Milli Şef’ti ve galiba bu, annem 90 yaşında 2015’te ölene kadar böyle devam etti. Su katılmamış Atatürkçülerdi. Hiç ‘Kemalistiz’ dediklerini anımsamıyorum. Atatürkçülük ise onların nezdinde ‘6 Ok’tu.  

Sonra zamanlar geçti. Ben çok çocuk sayılacak kadar genç, politikaya düşkün, heyecanlı birisi olarak Ecevitçi oldum. Onu ilk kez 1969 yılında Erdek’te güzel bir yaz akşam üstü dinledim ve etkilendim. 1972’de İnönü’yle karşılaştığı kurultay binasının kapısındaydım. İçeride oylar sayılıyordu. Hemen belirteyim, Ecevit, İnönü’ye karşı genel başkanlık mücadelesine girmeyecek kadar akıllıydı. Mücadele, Parti Meclisi için devam ediyordu. Ecevit’in istediği isimler meclise seçilince İnönü istifa etti. İşte o seçimi kurultay binasının kapısında izledim. 12 Mart yaşanmıştı, Ecevit o darbeye direnmişti. ‘Bu Düzen Değişmelidir’ diyor ve aynı adla kitap yayınlıyordu.

İnönü istifa edince ona övgüler yağdırarak CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu. Serüveni başlamıştı. Babamlar bu nedenle Ecevit’i asla affetmedi. Sadece onlar değil, İnönü’nün damadı Metin Toker de yıllar sonra bir seçim öncesinde yazdığı yazıda oyunu Adalet Partisine vereceğini açıklamıştı. O Toker ki, 1957 seçimlerinde milletvekilliği söz konusu olduğunda yerini genç Ecevit’e vermiş, İnönü de onu 1961 seçimleri sonrasında çalışma bakanlığına sonra CHP Genel Sekreterliğine getirmişti.

İnönü’nün katafalkı önünden soğuk ve karlı bir Ankara gecesinde yanan meşalelerin kıpırdayan ışıkları ve garip sesleri arasında geçtim. Naaşı taşınırken soğuğa rağmen tüm okulla birlikte saatlerce kaldırımda bekledim. Sonra saygın ve geniş İnönü Ailesinin fertlerini çeşitli nedenlerle tanıdım. Erdal İnönü’yle yıllarca hem siyasette hem üniversitede çok yakın iki kişi olarak çalıştık.

İnönü kimdi? Bugün yüceltmeler ve zemmetmeler dışında bu sorunun yanıtı yok. Daha yaşarken efsane olmuş ve özellikle anlattığım şu hayranlık hatta kutsallıkla halelenmiş birisinin analitik biyografisini yazmak zor iştir. Tek bir yapıtla altından kalkılmaz. Birbirini izleyen ve besleyen çalışmalar ancak bazı sonuçları şekillendirebilir. Şevket Süreyya’nın İkinci Adam’ı fazla güzel ve edebidir. Çeşitli nedenlerle hakkında pek söz etmek istemediğim, küçük de olsa bir emeğimin geçtiği Metin Heper’in ‘İsmet İnönü’ kitabı bu işlerle hiç ilgisi olmayan bir biyografidir; son bölümü büyük ölçüde Metin Toker’in İsmet Paşayla On Yıl’ isimli çok önemli gazetecilik kitabının adeta tekrarıdır. Toker’in çalışması çok değerlidir. Ayrıca Toker’in Tek Partiden Çok Partiye’ kitabı da çok ciddi bir çalışmadır.

Cumhuriyet dönemi siyasetine yıllarını vermiş birisi olarak İnönü hakkında ne düşünüyorum? Elbette, haklı, doğru ve yerinde olarak karmaşık duygular içindeyim. İnönü’nün kimsenin yadsıyamayacağı bir tarihî kişiliği var. İlk gençliğinden başlayarak çok çalışkan, zeki, iş yönetmeyi bilen, büyük liderlik özellikleri göstermese de o düzeyde ikinci adam olan bir kişilik bu. İttihad ve Terakki yıllarından başlayarak daima birinci adamların yanında vazgeçemedikleri biri olarak bulunmuş.

Kendi anlatımına bakılırsa Anadolu’ya geçemeden önce Kemal Paşayla sürekli temas halinde. Atatürk de bunu hatıralarında teyit ediyor. Karabekir ise Anadolu direnişini ilk düşünenlerden biri olarak İnönü’yü ziyaretini zikrediyor. Sonradan Karabekir’in günlüklerinin de doğruladığı üzere İsmet Bey o sıralarda her şeyin bittiği, bir köye çekilip çiftçilik yapmak düşüncesinde. Anadolu’ya da geç intikal ediyor. (Önce gidip bir süre kalmış, ayrılıp İstanbul’a gelmiş, nihayet 9 Nisan 1920’de Ankara’ya temelli geçmiştir.) Ama Kemal Paşa’nın o gün gelenlerin arasına karışıp “İsmet nerede?” diye onu aradığı da bir hakikat.

Sonrasında Milli Mücadelenin kurmay kadrosunda, Garp Cephesi komutanı. Fakat Eskişehir-Kütahya savaşını kaybettiği ve Kemal Paşa’nın kaçınılmaz şekilde onu genelkurmay başkanlığından aldığı da bir gerçek. Ardından Lozan’a gönderirken Gazi’nin “Niye beni göndermedeniz?” diye soran Karabekir’e verdiği yanıt önemli: “Sen bildiğini okursun, İsmet beni dinler.” Bu söz 1937’ye dek sürecek ikili çalışmanın gerçeğini açıklar.

Politikacı ve devlet adamı İnönü’nün gerçek zaferi Garp Cephesi Komutanlığıyla değil Lozan kahramanlığıyla başlar. Ardından 1925’te Takrir-i Sükun Kanunuyla gelişen tek partinin ve sadece ekonomiyle sınırlı kalmayan bir ‘devletçiliğin’ asıl kurucusu. Recep Peker’le birlikte CHP’nin devlet partisine, devletin de parti devletine dönüşümünde büyük rolü olduğu yadsınmaz. Bu süreçte Atatürk’e direnmiyordu. İlk ve son kez direnişinde aralarındaki bağ koptu.

Yaşamının ikinci bölümü cumhurbaşkanlığıdır. Oradaki hamlesi II. Dünya Savaşını yönetmesidir. Kuşkusuz Almanya yanlısı bir politika izlemiştir. Ama onun savaşı yitireceğini anladığında ‘hür dünya’nın yanında olmasını bilmiştir. Tartışmalı bu tutumunun bir zeka ve beceri gerektirdiği, onun da bunu yönetecek niteliklere sahip olduğu açıktır. Ama Türkiye’de Niyazi Berkes-Attila İlhan çizgisinin geliştirdiği Atatürk-İnönü ayrıştırması da bu döneme ait bir özelliktir. Çünkü 1946’da savaşın faşist cephe tarafından yitirilmesinin kesinleştiği zamana kadar İnönü üç şey yapmıştır: Irkçı bir milliyetçiliği serbest bırakmış, Varlık Vergisini ve öncesinde Edirne pogromlarına göz yummuş (1934), ülkeyi müthiş bir diktatoryayla yönetmiş, daha cumhurbaşkanı seçildiği ilk günlerde Atatürk’ün küstüğü ve göz altında bulundurduğu çevreyle barışıp onları önce siyasete sonra devlet yönetime katmıştır. Nihayet Atatürk dönemi reformlarından bazılarına kimilerinin karşı devrim’ dediği şekilde son vermiştir.

Görkemli, çok uzun ve yüklü yaşamının son dönemi muhalefet yıllarıdır. Hayli yazdığım şeyi yineleyeyim: 1946’da çok partili döneme geçilmemiş, dönülmüştür.  1925 öncesinde Türkiye çok partili bir ülkeydi. Sükun Kanunuyla kapatılan partiler bir daha açılmadı ama CHP kendi içinden bir muhalefet çıkmasına izin verdi. Vermeyebilir miydi? Açık söyleyelim evet, vermeyebilirdi. İnönü’nün o kararı Batı’yla bütünleşmek için bir ödün olarak tasarladığı gerçektir. Ama yapmayabilirdi de. Bu nedenle 1923-24 arasındaki dönem bir yana 1925’te başlayan ve 1 Kasım 1937-11 Kasım 1938 arasındaki süre dışında 1950’ye kadar devam eden 25 yıllık yönetiminde ortaya çıkmış birçok sorun bu hamlesiyle örtülmüş, unutulmuş, yok sayılmıştır.

1950 sonrası İnönü gerçekten de artık bir demokrasi mücadelesidir. 1960 darbesinin arkasında olduğu kesindir. Askerî prestiji hala doruktadır. DP’nin ona dönük çirkin hamlelerini ordu kendisine yapılmış saymaktadır. Bütün sivillik meşruiyetine rağmen İnönü elbette ki askerî bir cumhurbaşkanıdır. Ama saçma sapan Talat Aydemir girişimlerine direnmesi ve o sergerdeyi büyük bir komutan olarak yenip zelil etmesi bir demokrasi zaferdir. Sonra 1965’le birlikte başlayan ‘ortanın solu’ açılımı tüm kısıtlamalarına, iç çelişkilerine ve sorunlarına rağmen artık Ecevit’in geliştirdiği bir harekete dönüşecek ve bizzat İnönü’nün üstüne kapanacaktır ama o çıkışı dahi İnönü’nün güncel gelişmeleri büyük bir sezgiyle izleyen politikacı yanını gösterir. Ondan önceki 1957 İlk Hedefler Beyannamesi ise İnönü’deki demokratikleşme yöneliminin bir rastlantı olmadığını kanıtlar.

Cumhurbaşkanlığı döneminin A. İlhan’ın ‘40 Karanlığı’ diye tanımladığı bir özelliği var. Yadsınamaz. Ama bugün İnönü’nün 1950 hatta 1960 sonrası hareketiyle anılması onun olduğu kadar Türkiye’nin de ‘karanlığı’ değil aydınlığı, demokrasiyi seçen anlayışının önemli, ciddi, üstünde durulması gereken bir göstergesidir.

Demokrasi tarihinin kurucu kimliklerinden olduğu su götürmez İnönü, biyografisini bekliyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün