Venedik ve Cannes´dan ödüllü iki iddialı film

Venedik ödül listesine iki ödülle girebilen tek film ´The Hand Of God´ ile Sorrentino doğduğu Napoli´ye saygı duruşunda bulunuyor. Norveçli Joachim Trier´in Cannes´da Renate Reinsve´ye En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getiren filmi ´Dünyanın En Kötü İnsanı´, komedi gibi başlayıp ağır bir dram olarak noktalanıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
10 Kasım 2021 Çarşamba

THE HAND OF GOD / E STATA LA MANO Dİ DİO’

Yön. ve Sen: Paolo Sorrentino

Gör: Daria D’Antonio

Müz: Lele Marchitelli

Kur: Cristiano Tavaglioli

Oyn: Filippo Scotti - Toni Servillo - Teresa Sapongelo - Betty Pedrazzi - Luiza Ranieri - Marlon Joubert

Son dönem İtalyan sinemasının en parlak yönetmeni olan Paolo Sorrentino güzellik, aşırılık, hayat ve İtalya, siyaset ve din çevrelerine dalıp tavizsiz bir hayran kitlesi edindi. Son Venedik Film Festivalinde ödül listesine iki ödülle giren tek film olan ‘The Hand of God / E Stata La Mano De Dio’, yarışmanın ikincilik ödülü sayılan Jüri Büyük Ödülünü kazanırken, başrol oyuncusu Filippo Scotti, Marcello Mastroianni En İyi Genç Oyuncu Ödülünün sahibi oldu.

Netflix’in 15 Aralık’ta vizyona sokacağı, Filmekimi’nde izlediğim ‘The Hand of God’u, o tarihe kadar beklemeyip sıcağı sıcağına yazmak şart oldu. Film 1980’lerin sallantılı İtalya’sında Fabrietto Schisa adlı ergenlik çağındaki bir gencin eğlenceli, ancak canlı ailesinin altüst olan hayatını anlatıyor.

Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ (2013) ile Yabancı Dilde En İyi Film Oscar Ödülünü kazanan Paolo Sorrentino bu son filminde fetiş oyuncusu Toni Servillo’ya Schisa ailesinin reisi rolünü veriyor. Yönetmen, doğduğu şehir Napoli’ye saygı duruşunda bulunurken, Napolilerin medarı iftiharı Diego Maradona’nın futbol literatürüne geçen ‘Tanrının Eli’ benzetmesini filmine başlık yapıyor.

Diego Maradona 1986 Dünya Kupası maçında Arjantin formasıyla İngiltere’ye eliyle gol attıktan sonra “o el Tanrının eliydi” demesiyle, dört yıl önce Falkland Savaşı sonrası İngiltere’ye kuyruk acısı besleyen Arjantin halkının hislerine tercüman olmuştu. Sorrentino filminde bu efsanevi gole ve yankılarına maçı televizyondan izleyen Napolililer üzerinden yer veriyor.

İtalyan yönetmenin filmine bu adı vereceği duyulduğunda Maradona’nın avukatları filme dava açmıştı. Yapım şirketi Netflix filmin futbolla ve Maradona ile ilgisi olmadığını, Sorrentino’nun hayatından ilham alan bir hikâye anlattığını belirtmişti. İtalyan yönetmen Marco Risi bu olayı 2007 tarihli ‘Tanrının Eli / La Mano De Dios’ adlı filmde anlatmıştı.

Federico Fellini’nin ‘Amarcord’da (1973) Rimini’ye yaptığı gibi, Alfonso Cuaron’un ‘Roma’da çocukluk anılarını anlattığı gibi, Sorrentino’nun da Napoli’sine bir aşk mektubu yazdığı film, otobiyografik bir karakter olan masum kahramanı Fabietto Schisa’nın büyüme hikâyesine odaklanıyor. İlk önce efsanevi futbolcu Maradona’nın hayatına giriyor, sona Maradona’nın Fabietto’yu farkında olmadan kurtardığı bir kaza yaşanıyor.

İlhamını kendinde, kendi köklerinde bulmaya karar veren Sorrentino, ülkesi hakkında anlattığı en kişisel hikaye ile, bu post modern film aracılığıyla, ait olduğu topraklara, Napoli’ye dönüyor. Fabietto karakteri, aradığı ilhamı futbolda, ailede, şehirlerde, aşkta ve kayıplarda buluyor. Deniz üzerinden Napoli’ye yaklaşan ve şehrin sahil şeridini havadan görüntüleyen bir sahneyle açılışını yapan filmin, Sorrentino’nun çocukluğunu yaşadığı şehre saygı duruşunda bulunacağını tahmin ediyoruz.

80’lerin Napoli’sinde, Maradona transferi arifesindeki günlerde şehir sakinlerinin Arjantinli yıldızın Barcelona’dan sonra tercihini mütevazı kulüplerinden yana kullanıp kullanmayacağı hakkındaki tartışmalara tanıklık ederiz. Birbirini çok seven Schisa ailesinin sevecen reisi Saviero (Toni Servillo), iki oğlunu el üstünde tutan sevimli karısı Maria (Teresa Saponangelo), yeniyetme Fabieto (Filippo), ağırbaşlı ağabeyi Marchino (Marlon Joubert), yürekleri hoplatan seksi teyzeleri Patrizia (Luiza Ranieri) ve asalet unvanı sahibi Baronessa Focale (Betty Pedrazzi) ile tanışırız.

Sinema aşkından Maradona’ya kadar dönemin her etkisini mercek altına alarak ve kendi çocukluğundan yola çıkarak kişisel hikâyesini sunuyor Sorrentino. Acı-tatlı anıların eşliğinde, kader, müzik, kayıplar, rengârenk aile fertleri, yazgı, futbol ve elbette filmin adının gönderme yaptığı Napoli’ye o zamanlar transferi gerçekleşen Maradona. (Filmde Maradona’lı Napoli’nin İtalya Şampiyonluğunu kazandığı günlerdeki coşkulu ve çılgın kutlamalara da yer veriliyor.)

Bu arada ailede müthiş bir trajedi yaşanıyor, geride kalanlar hayatlarına bir yön vermek zorunda kalıyorlar. Cinsel deneyimi olmayan Fabietto, tıpkı babasının tahmin ettiği gibi yaşlı bir partner ile, Baronessa Focale sayesinde ‘milli oluyor’. Tecrübeli kadının “gözlerini kapa ve sevdiğin kızı hayal ederek işini gör” tavsiyesine uyuyor. Filmin finalinde kararlı Fabieto’yu Roma’ya hareket eden bir trene binip Napoli’yi terk ederken görürüz.

The Hand of God’ Paolo Sorrentino’nun ‘İl Divo’ (2011), ‘Muhteşem Güzellik / La Grande Bellezza’ (2013), ‘Olmak İstediğim Yer / This Must Be The Place’ (2011) gibi başyapıtlarının seviyesinde bir film olduğunu söylemek zor. Her ne kadar yönetmen filmin son yarım saatinde, kurduğu dramatik tansiyon ile ustalığını konuşturuyorsa da, bu film İtalyan ustanın alışılmış temposuna sahip bir film değil.

Yazımı Diego Maradona ile ilgili iki anımla noktalıyayım. Kendisini Cannes Film Festivallerinde iki kez gördüm. İlkinde Emir Kusturica’nın ‘Maradona By Kusturica’ filminin galası için geldiği 2008 yılında, Festival Sarayının merdivenlerini çıktıktan sonra, kırmızı halıda top ile yaptığı gösterideydi. Gençliğinde futbol oynamış Sırp yönetmen Kusturica ‘ayakta top sektirme şov’unda Maradona’dan geri kalmamıştı. Maradona ölümünden bir yıl önce Cannes’a 2019’da Asif Kapadia’nın ‘Diego Maradona’ adlı filminin galasında bulunmak için gelmişti. O gün Buenos Aires’ten gelen bir uçak dolusu hayranı, Arjantin milli forması ile kırmızı halıdan geçerken erkeklerde aranan smokin kuralının dışına çıkmıştı. Maradona korteji iki kızının kollarında geçerken, yorgun ama çok mutlu gözüküyordu.

‘The Hand of God’ İtalya’yı Oscar yarışında temsil edecek.

—————————————————————————

2. FİLM

 DÜNYANIN EN KÖTÜ İNSANI

Joachim Trier’in ‘Reprise’ (2006), ‘Oslo, 31 Ağustos’ (2011) ve ‘Thelma’ (2017) gibi depresif ve psikolojik ağırlıklı filmlerden sonra, ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / The Worst Person In The World / Verste Menneske’ bir Woody Allen komedisi tadında hareketli, hafif, uçuk, şiirli, hüzünlü ve modern bir film gibi başlıyor. Son yarım saatine kadar sabun köpüğü gibi hafif bir komedi ve duygusal film, aniden kulvar değiştirerek ağır bir dram olarak noktalanıyor.

Kopenhag doğumlu, yönetmen, senaryo yazarı, yapımcı Joachim Trier’in (47) filmleri ‘aşk, hırs, hafıza ve kimlik gibi varoluşsal sorunlarla ilgili melankoli meditasyonları’ olarak tanımlandı. ‘Louder Than Bombs’ (2015), ‘Thelma’ ve ‘Oslo, 31 Ağustos’ üçlemesinin ardından yaptığı ‘Dünyanın En Kötü İnsanı’ son Cannes Festivalinde Renate Reinsve’ye En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü getirdi. Trier’in her zaman çekme hayalini kurduğunu söylediği film, başkahramanı Julie’nin tüm kafa karışıklığını eğlenceli bir yolculuğa dönüştürüyor.

Film 30’lu yaşlarına gelen bu kadının varoluşsal kaygılarını ve hayattaki amaç arayışını anlatıyor. Bir yayınevinde çalışan Julie’nin (Renate Reinsve) aşk hayatı pek yolunda değildir. Flörtöz bir kadın olarak hem terk ediliyor hem kendisi terk ediyor. Filmin başında Julie’yi yeni sevgilisi 45 yaşındaki çizgi roman yazarı Aksel’in (Anders Danielsen Lie) evine yerleşirken görüyoruz. Davetli olmadığı bir düğüne karışıp insanlarla sosyalleşmeye çalışan Julie orada tanıştığı Eivind ile yatağa girmekten geri kalmıyor.

Yeni sevgilisinin evli olduğunu öğrenmesine rağmen ilişkisini sürdürüp Aksel’i terk ediyor. Ailesinin beklentileri ve Aksel’in çocuk arzusunun yükünü taşıyamayan Julie, sürekli değişen hayallerinin peşinde koşmayı sürdürür. Genç ve yakışıklı Eivind ile tanışmasından sonra hayatı bambaşka bir hal almıştır. Zira hayattan farklı beklentileri olduğunu hissedip “kendini hayatının seyircisi gibi hissediyorum” diyerek Aksel’i terk etmiştir.

Evli bir erkek iken tanıştığı ve kendini büyüleyen Julie için karısını terk eden Eivind, kendisini (filme adını veren) ‘dünyanın en kötü insanı’ olarak gördüğünü itiraf eder. Julie’nin özgür yaşamaya inancı onu hayatını paylaşmaya karar verdiği erkeklerle kolay ilişki kurmaya yöneltir. Ama Julie eski ilişkilerin tamamen geçmişte kalmadığını, geleceğe de gölgelerini düşürebileceğini hesaba katmamıştır.

Nitekim kansere yakalandığını öğrendiği Aksel’in yanına koşmaktan kendini alamaz. Strinberg’in ünlü oyununa referansla çağdaş Matmazel Julie çeşitlemesi olarak görülebilecek film, coşku ile ciddiyeti bağdaştıran anlatımıyla övgüyü hak ediyor. Trier duyguları seyirciye geçirmede çok usta bir yönetmen. Yaklaşan ölümünü metanetle karşılayan olgun erkek Aksel korktuğunu da itiraf ediyor. “Her şey yolundaymış gibi yapmaktan bıktım” diyor.

Aksel’in hastane odasında kulaklıktan dinlediği müziğe uyarak yaptığı solo bateri gösterisi çok başarılı. Hastane odasında iki eski sevgilinin açık yüreklilikle karşılıklı itiraflarını dile getirdikleri duygusal sekans çok etkileyici. Julie kendi dikkatsizliğinden hamile kaldığını anlatırken çok sahici. 30’una gelmesine rağmen hangi mesleği seçeceğine karar veremeyen, ne çeşit bir erkekle mutlu olacağını ve ne zaman çocuk sahibi olmayı isteyeceğinden emin olamayan, enerjik Julie rolünde Renate Reinsve görkemli performansıyla harikalar yaratıyor. Tebessümüyle perdeyi aydınlatan aktris filmi sevimli kılıyor. Julie’nin ironik bir tespiti var: Erkekler regl olsaydı sabah akşam onları dinlerdik.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün