Kimi seyahatler vardır ki çok arzulanır. Kimi seyahatlere gidilmeden hayaller kurulur. Kimi seyahatler çok önceden planlanır. Kimi seyahatler de aklınızın ucundan dahi geçmezken gerçekleşir. Polonya seyahatim de aynen bu son söylediğim gibi oldu. Hiç gitmeyi düşünmediğim, tesadüf eseri iş için gitmek zorunda kaldığım, ancak görüp tanıdıktan sonra çok memnun ayrıldığım bir ülke oldu Polonya…
Polonya seyahati gündeme gelince, her zaman olduğu gibi konsolosluğu ve o ülkenin havayolları şirketini ziyaretle başladım işe. LOT Havayolları görevlileri ellerinden geldiğince broşür dergi vs. gibi materyaller vererek yardımcı olmaya çalıştı. Ancak konsolosluktakilerin davranışları pek de hoş değildi. Biraz bilgi istedim; veren olmadı. Beynimin içinde bir sürü soru işaretleri ve düşünceler çarpışıyordu. Aynı zamanda yeni bir yer, yeni bir ülke, yeni insanlar tanıyacaktım. Daha gitmeden karamsarlığa kapılmanın bir anlamı yok. Her türlü seyahat güzeldir felsefesi ile uçak biletimi ayrıttım.
LOT, haftada iki gün İstanbul – Varşova seferi gerçekleştiriyor. Tarihleri uymadığı için mecburen Delta Air ile Frankfurt’ta aktarma yapıp Varşova’ya ulaştım. Havaalanındaki anonslardan, bu yere çok yabancı olduğumu anladım. Gerek seyahatlerde, gerekse gittiğim ülkelerde, hatta televizyonun kanallarından birçok yabancı lisana kulağım aşinadır. Ancak Polonya’da duyduğum lisan çok değişik geldi. Sessiz harflerin yan yana dizildiği, kelime için sesli harflerin az kullanıldığı, kulağa sert gelen bir konuşma şekilleri var. Havaalanında anonslar eşliğinde valizimi aldım, çıkışa yöneldim.
Görüşme yapacağım şirketten bir genç, elinde ismim yazılı pankartla kapıda bekliyordu. Kısa bir tanışma faslından sonra otele gitmek üzere arabasına bindik. Otel rezervasyonumu ricam üzerine onlar yapmışlardı. Merkezi bir yerde 4-5 yıldızlı bir otel rica etmiştim. Yerimi 5 yıldızlı, lüks Hotel Mercure’de ayırtmışlardı.
İş odaklı bir seyahat olduğundan, havaalanından doğruca şirkete gidildi. Gerekli kişilerle tanıştıktan sonra bana mini bir şehir turu yaptırıp otelime bıraktılar. Ertesi sabaha kadar serbesttim.
Günlerden cumartesi idi. Saat yaklaşık 6’yı bulmuştum. Odaya çantamı bıraktım, üstümü değiştirip bara indim. Soğuk bir bira ısmarlayıp kafamda program yapmaya başladım. Cumartesi akşamı olduğundan, her tarafın dolu ve hareketli olacağını düşünüyordum.
Dışarıda hafif hafif kar serpmeye başlamıştı. Birkaç gündür yağan kar yüzünden etraf bembeyazdı zaten. Eldiven, şapka, atkı tam teçhizat şehir merkezine doğru yola koyuldum. Şehir eski, binalar dökük. İnsanlar temiz ancak demode. Etrafta; duraklarda, caddelerde daha çok yaşlı insanlar var. Arabalar küçük ve eski model. Yol üstünde rastladığım bir markete daldım. Çeşit fena değildi. Lüks sayılabilecek peynirler, yoğurtlar ve konserveler gördüm. Dışarıdaki yol boyunca gördüğüm manzaranın yanında burası daha iyiydi. Yemek yiyebilecek bir yer arandım. Pizza ya da burger yiyeceğim bir mekân aradım, ama hiç karşıma çıkmadı. Dolanırken kendimi tekrar otelin önünde buldum.
Otelin, Fransız mutfağı, et - ızgara vs gibi çeşitleri olan üç – dört farklı restoranı bulunuyordu. Hava soğuk olduğundan içim üşümüştü. Tüm restoranlara göz gezdirdikten sonra birinde karar kıldım, çorba ve salata gibi hafif bir menü ile akşam yemeğimi yedim. Garsonlar çok iyi niyetli, çalışkan ancak acemiydiler. Mekanın dörtte üçü yabancı turistlerle doluydu, yerli halk çok azdı. Yabancıların çoğu ticari sohbetler ediyordu; çantadan evraklar çıkartan, notlar alan, arada da içkisinden bir - iki yudum alan kişiler vardı etrafta.
Sabah erkenden uyandım. Açık büfe kahvaltısı otel kadar şıktı. Malzemelerin üstündeki süslemelerden çeşitlerin bolluğuna kadar her şey mükemmeldi. Kahvaltı sırasında, şirket yetkililerinden bir bey geldi. Kahve içti, biraz lafladık ve yola koyulduk.
Oldum olası başkasının yaptığı programa uymayı sevmem. Ne yapılacak, nereye gidilecek, kaçta gidilecek önceden bilmem lazım. Üstün körü bir izahatta bulunup fuar şehri olan ‘Poznan’a gidileceğini belirtti. Berlin’e çok yakın bir şehir olan Poznan’da topu topu iki - üç otel bulunduğundan, fuar zamanı aylar öncesinden bütün oteller dolmuş. Biz de Poznan’ın banliyösü olan ‘Konin’e vardık, Holet Sonata’ya yerleştik.
Varşova-Poznan arasını 2,5 saatte aldık. Yolda köyvari yerleşim yerleri gördük. Yol sağlı sollu karlarla kaplı tarlalardan oluşuyordu. Sadece asfalt olan otoban tertemizdi. Trafik kurallarına uyuluyordu. Poznan, Varşova’ya göre daha küçük bir şehir olmasına rağmen bana daha sevimli, daha canlı, hareketli geldi. Belki de fuar şehri olmasından da olabilir. Yunan lokantası ve tavernasından tutun da İtalyan lokantası, pizzacısına kadar birçok çeşit vardı. Barlar, butikler sıra sıra dizilmişti.
Polonyalı gençler ve hayata bakışları
Orta yaşın üstü ve yaşlılar, yeni rejimden hiç de memnun olmadıklarını dile getiriyordu. Komünist rejimden daha yeni çıkmış sayılırlardı. Ancak eskiler, herhalde alıştıklarından olsa komünist rejimin daha iyi olduğunu, yeni rejime ayak uydurmanın çok zor olduğunu her fırsatta yineliyorlardı. Gençler ise yeni rejimi benimsemiş; bu geçiş döneminin sancıları olacağını, ancak ilerisi için daha umutlu baktıklarını gözlemledim. Yokluk denizinden çıktıkları için, tüm yenilikler onlara cazip geliyordu. Çok basit bir örnek; Levis Jean büyük bir olaydı onlar için. Özellikle gençler, bu ve buna benzer şeylere sahip olabilmek için ek işler yapıyormuş. Bana mihmandarlık yapan genç kız Türkoloji okuyordu. Okumanın yanında para kazanmak için turizm şirketinde çalışıyor, zaman zaman bana yaptığı gibi tercümanlık yapıyordu. Evlerin çok küçük olduğunu,60 metrekaregibi bir alana sahip olduklarını, tüm ailenin orada yaşadığını anlattı. Bu koşullarda gençlerin evlenmeyi hiç düşünmediklerini, gününü gün etmeye çalıştıklarını söyledi.
Üç gün boyunca Polonyalılarla ile ilgili tüm bilgileri alabildim. Çok güzel bir alışkanlıkları var. Buna alışkanlık mı diyelim yoksa gelenek görenek mi bilinmez, birbirleriyle tanıştırıldıklarında ya da karşılaştıklarında, erkekler bayanların ellerini öpüyor. Bu görüntü çok hoşuma gitti. Bu hareketi 14-15 yaşındaki gençler de yapıyor, yaşlılar da. Kadınlara çok nazik davranıyorlar. Bunun yanında kadınların da her tarafından dişilik fışkırıyor. Bembeyaz tenleri, uzun boyları ile vücut hatlarını ön plana çıkaran kıyafetler giyinmekten hiç çekinmiyorlar. Bu tarz onlara çok yakıştığı gibi hiç adi görüntü de vermiyor.
Fuar saati dışında zamanımızı otelde geçirdik. İşkolik bir adam vardı yanımda. İş saatleri dışında bile iş konuşmaktan hoşlanıyordu. Otelin resepsiyonu, barı fena değildi. Üç yıldızlı otel standartlarına göreydi. Ancak odaları pek güzel değildi. Oturma odası görünümünde, sehpasından üstündeki küllüğüne kadar çok sevimsizdi. Sabah kahvaltısı 4-5 seçenekten oluşan mönüye sahipti. Akşam yemeklerine diyecek yoktu. Porsiyonlar doyurucu, servis şekli güzeldi.
Ben damak tadıma uyan yemekler seçerken yanımdaki arkadaşlar gulaş çorbası, şnitzel gibi yiyecekleri tercih etti. Zira onların yerel yemekleri daha soğuk ve genellikle jöleli idi. Domuz etinden yapılan birçok çeşitleri var. Kokusu bile beni rahatsız ettiğinden bildik şeyleri tercih ettim. Öğlen yemeklerinde siyah bira içiliyordu genellikle. Kimi de içecek olarak yemekle birlikte çay alıyordu. Yemekle çay ilginç geldi bana. Bir gece diskoya inildi. Gençler fazla dejenere olmadan dans edip eğleniyordu.
Polonya, benim için ilginç anıların yaşandığı, fazla bir özelliği olmayan, eski fakat gelecek vaat eden bir ülke olarak zihnimde yer etti. Çok istememe rağmen fırsat bulup da Nazilerin Auscwitz Kampına gidemedim. Belki de iyi oldu. Filmlerini seyrederken gözlerim yaşlanır, gerçeğiyle karşı karşıya gelince kalbim dayanabilir miydi bilemiyorum. Gene de gidemememin büyük bir kayıp olduğuna inanıyorum. Bir daha fırsatını bulursam, sırf insanlığın bu ayıbını görmek için giderim.
Bir Tutkudur Seyahat…