Furuğ Ferruhzad yeniden sahnede ´Furuğ´

sesim şiirle çoğaldı / sesim şiirle çoğaldı / sesim şiirle yankılandı duvarların ardında kara devlerin duvarları / kara devlerin duvarları / kafalarında, ki ne acıdır / etraflarını çepeçevre saran duvarlar kara devler ülkesinde bir sestim sadece / kendi sesimin acısına sığındım / saklamadım sesimin acıklı yankısını bahçemizin avlusuna / ölü balıklarımızın havuzuna / yengi kabul görmüştü, ne acıdır / ne acıdır, kara devlerin karabasanlarında yaşamak bense düşler gördüm / yeşil bahçemizin avlusuna sığmayan sığınmak, ne acıdır / ne acıdır, duvar diplerinin sığıntı gölgesi olmak / ne acıdır, kara devlerin sesinin ardına sığınmak ben sesimi şiirledim / ben sesimi şiirledim / kara devlerin duvarları ardına seslendim / ki o duvarlar yüksektir / kara devleri saklayacak kadar yüksektir ne acıdır, duvarların ardına saklanmak / ne acıdır, duvar dibinde yosunlu bir taş olmak ben sesimi şiirledim / ve yankılandı duvarların ardında

Erdoğan MİTRANİ Sanat
3 Mart 2021 Çarşamba

Tiyatrolarımız kapanmamışken, 20. yüzyılın en önemli İranlı şairlerden, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam Furuğ Ferruhzad ile ilgili iki ayrı oyun sahneleniyordu. Biri Şebnem İşigüzel’in yazdığı, Berfin Zenderlioğlu’nun yönettiği, Nazan Kesal’ın 25 yıldır kalbinde taşıdığı bir hikâyeyi seyircilerle paylaştığı ‘Yaralarım Aşktandır’, diğeri Harun Güzeloğlu’nun Haşim Hüsrevşahi’nin Furuğ Ferruhzad çevirilerinden yola çıkarak oyunlaştırarak yönettiği, Furuğ’u genç oyuncu Derya Günaydın’ın canlandırdığı Oyun Sandalı yapımı ‘Furuğ’du. Furuğ birkaç ay daha erken sahnelenmeye başlamıştı ama, ben Nazan Kesal’ın tüyler ürpertici güzellikte yorumunu izledikten sonra, yeniden aynı konuya dönmeden önce zamansal bir mesafe koymak istedim. Salgının araya girmesiyle de Furuğ’u seyredemedim. Oyunu Moda Sahnesinin Sahneden Naklen programında bulmak bu eksiğimi telafi etme fırsatı yarattı.

Önce, roman gibi bir hayat yaşamış olan Furuğ Ferruhzad’dan kısaca söz etmek isterim.

1935’te Tahran’da doğan Furuğ’nun Rıza Şah’ın ordusunda albay olan babası askeri disiplini evine de taşıyan, mesafeli, kızına hiçbir zaman sevgi göstermemiş biri olmasına karşın, ona zengin kütüphanesini açan bir entelektüelmiş. 16 yaşındayken, neredeyse iki katı yaşındaki karikatürist mizahçı şair Perviz Şapur’a âşık olan Furuğ, ailesinin muhalefetine rağmen evlenmiş. Kocası babası gibi baskıcı çıkınca, karabasana dönüşen evliliğini 1954’te bitirmiş ama kanunlar kocasından ayrılan bir kadına çocuğunun velâyetini vermediği için boşanma, Furuğ için hem kurtuluş olmuş, hem derin yaralar açmış. Perviz 1952’de doğan oğulları Kamyar’ı görmesini engellediğinden, Furuğ çocuğunun büyümesini ancak uzaktan izleyebilmiş. Ölene kadar evlat hasreti çekse de, hayata kapanmamış, yazmaya devam etmiş, resim ve sinemayla ilgilenmiş, 1962’de yazıp yönettiği, Tebriz’deki cüzzamlıların yaşamını anlatan ‘Ev Karadır’ adlı olağanüstü belgeselle festivallere katılmış, ödüller almış. Film ona yeni bir oğul da kazandırmış. Ölümcül hasta cüzzamlı bir karı kocanın isteğiyle çocukları Hüseyin’i evlat edinmiş.

1963’te Tahran’a onunla bir röportaj için gelip hakkında bir belgesel çekmeyi kararlaştıran Bernardo Bertolucci’ye dünyaya duyurması için verdiği mektubun uyandırdığı tepki, Şah’ın çok sayıda siyasi tutukluyu idam etmesini engellemiş. Furuğ’un, erkeğe hitap eden şiirler, Şah’ın baskı rejimine karşı hicivler yazması, erkeklerle rahatlıkla arkadaşlık etmesi, tüm göreceli modernliğine karşın alttan alta müthiş muhafazakâr olan İran toplumunda tepkiyle karşılanmış, Görüntü yönetmeni İbrahim Gülistan’la ve ünlü şair Nadir Naderpur’la yakın dostlukları yasak ilişki olarak damgalanmış. Özgür ruhlu Furuğ, erkek egemen toplumda kadının sesi olmuş, kadına karşı ayırımcılığı eleştirmiş, kadınların daha iyi hak ve koşullara kavuşmasını savunmuş, çarşaf ve peçeden kurtularak, geleneksel aile sorunlarının dışına çıkmaya teşvik etmiş.

13 Şubat 1967’de, kullandığı otomobilin direksiyonunu karşıdan gelen okul servisine çarpmamak için şiddetle kırdığında, araba yoldan çıkıp şarampole yuvarlanmış ve genç kadın 32 yaşındayken yaşama veda etmiş. ‘Kadın hâliyle’ yazdığı şiirler yüzünden yaşamı boyunca ondan nefret eden ve saldıran mollalar öldüğünde namazını kılmayı reddetmiş, cenazesinin toprağa verilmesi iki gün engellenmiş

Furuğ’u oyunlaştıran ve yöneten Harun Güzeloğlu, yazdıklarıyla yaşadıkları birbiriyle sımsıkı bağlantılı olan genç kadının yaşamının dönüm noktalarını şiirlerinden oluşan bir seçkiyle harmanlayarak yansıtmayı hedeflemiş. Furuğ’un belgeselinden ve Hüseyin’i evlat edinmesinden hiç söz etmezken, ölümünden sonra ilave ettiği anlaşılması güç gereksiz bir final yazması dışında metin olarak bunu başardığı söylenebilir.

Ancak bu başarıyı, kanımca yanlış olan sahnelemesi yüzünden sürdürememiş. Stilize sahne tasarımını da üstlenen Güzeloğlu, merkeze bir küvet oturtarak, sahnenin sağından solundan sarkan renk renk kumaşlarla etkileyici bir görsellik oluşturmuş. Oyuncunun devinimlerine olanak sağlayan mekân ilginç ama, şahsen küveti pek anlamlandıramadım. Küvet keyfe keder bir ayrıntı, beni asıl rahatsız eden, öyküyle şiirleri metinde iç içe düşünmüş olmasına karşın, sahnelemede olabildiğince ayrıştırmış olması. Furuğ’u canlandıran Derya Günaydın, doğal oyunculuğu ve çok başarılı beden diliyle ilk kez ‘Abelard’da karşılaştığımdan beri dikkatimi çekmiş bir yorumcu. Burada da kendi tasarladığı hareket düzeni, Türkçe, Farsça şarkıları, bir iki farsça repliğiyle anlatıcı-oyuncu olarak çok sağlam ve inandırıcı bir Furuğ portresi çiziyor. Ama iş şiirlere gelince durum değişiyor; şiirler aşırı yüksek ve nerdeyse cırtlak bir tonlamayla, lise müsamerelerini hatırlatan mutantan bir hitabet tarzıyla söyleniyor. Tabii ki bu müthiş rahatsız edici ayrıştırma, Derya gibi dört dörtlük bir oyuncunun kararı olamaz. Tamamen yönetmenin seçimi olan bu bakış açısının izlenmeyi aksattığı ve tadını kaçırdığı kanısındayım.

Sonuç olarak bence, iyi yazılmış bir metnin pek de iyi olmayan bir sahnelemesi. Özellikle iyi yönetildiğinde neler yapabileceği her repliğinden, her hareketinden anlaşılan Derya Günaydın’ın daha iyisini hak ettiğini düşünüyorum.

Bitirmeden önce, ışık tasarımını yaptığı her oyuna yeni derinlikler katan, ‘Işık Büyücüsü’ Ayşe Topal’a bu kez kendini bile aştığı için kocaman bir selam çakmak isterim.

Tiyatro Dea’nın ilk oyunu

‘Feramuz Pis!’      

Sema Elçim’in yazdığı ‘Feramız Pis!’, ilk kez 2019’da GalataPerform’un 8. Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında Moda All Saints Kilisesi’nde sahnelenmişti. 24 İstanbul Tiyatro Festivali’nde, 2020’de kurulmuş olan Tiyatro Dea tarafından Oğuz Utku Güneş’in yönetmenliğinde canlı olarak prömiyer yapan oyun Moda Sahnesinin Sahneden Naklen programında seyirciyle çevrimiçi buluştu.

Feramız Pis!, Feriköy’de yıpranmış aile yadigârı evlerinde yoksullukla baş etmeye çalışan Mardin göçmeni Süryani bir ailenin öyküsünü anlatır. Canını dişine takarak kendini ailesine adamış, geçmişle bugün arasında ayakta durmaya çalışan anne Zahide, gerçeğin sert yüzünü tebessümle karşılamayı yeğleyen ancak giderek gerçeklerden kopmaya başlayan baba Nebil, annelerinin kendileriyle yeteri kadar ilgilenmediğinden şikâyetçi olan, olanaksız bir aşkın peşinde koşan Can’la daha iyi bir yaşamı hayal eden kız kardeşi Emel ve hepsinin ilgi odağı, mental retard ile otizm arasında gidip gelen evin ‘büyüyememiş’ ilk çocuğu Feramuz; yaşam koşullarının dertleri ve sorumlulukları karşısında, hayalleri, pişmanlıkları, umutsuzlukları ve çaresizlikleriyle aile olarak yan yana durabilmenin ve kendileri olabilmenin yollarını ararlar.

Oyun bir yandan özel bakıma ve dikkate ihtiyacı olan bir çocuğa sahip ailenin iç dünyasını yansıtırken, diğer yandan da, Süryani olmanın ayrışmışlığı ve ayrıştırılmışlığı üzerinden ‘öteki’ ve ‘ötekileşme’ kavramına farklı bir perspektiften yaklaşır. Belki de bu sebepten, Sema Elcim’in metni iki arada bir derede kalıyor. Can, varlıklı Müslüman kıza âşık olduğunda, kızın annesi ‘eski dost’ Bahriye, ikiyüzlü bir ‘iyi niyetle’, Zahide’yi bu birlikteliğin olmaması gerektiğine ikna etmeye çalışırken, bu ötekileştirmenin altında din-inanç ayrılığının mı, Feramuz’un varlığının mı olduğu anlaşılamıyor. Metin, gerçek yaşamdaki gibi Türk isimleri taşıyan Süryanilerin gelenek ve görenekleri hakkında pek fikir vermediğinden,  Sahne ve Kostüm Tasarımını üstlenen Makbule Mercan’ın fona oturttuğu All Saints Kilisesinin mihrabını andıran soyut portmanto da bu bağlamda yetersiz kaldığından bu ikilem kusur sayılmasa da, iyice göze batıyor.

Oğuz Utku Güneş’in oyuncu yönetimi de bana bir türlü ‘geçmedi’. Tiyatronun olmazsa olmazı olan doğal oyunculuklar yerine, ekibin ödenekli tiyatroların abartılı tarzına yakın, her an “biz tiyatro yapıyoruz” diyen yorumu da beni hep metnin dışına itti.

Sonuç olarak, ilginç çıkış noktasına karşın yarım başarı olarak gördüğüm bir çalışma.

Hepinize sağ ve sağlıklı seyirler dilerim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün