Cennetten bir köşe: Giverny-Monet’nin Bahçesi

Fransa’nın küçük ama tarihi ve özellikleri olan şehirlerinden Giverny, küçük ve dar sokakları, antik havası, ama en çok da Claude Monet’nin eşsiz evine ev sahipliği yapmakla akıllar iz bırakıyor.

TUNA SAYLAĞ Seyahat
10 Eylül 2020 Perşembe

Yıl 2017, aylardan ağustos… Kız kıza çıktığımız 13 günlük İngiltere - İrlanda – İskoçya’yı kapsayan cruise turunun son durağı Fransa’daki Le Havre Limanıydı. Sabah yedide limana varan gemi, akşam yeniden demir alarak Southampton’a (Londra) doğru yol alacaktı.

Bu son günü hakkıyla değerlendirmek için biz dört kafadar, Paris yerine bir saat mesafede bulunan ve hiçbirimizin görmediği Rouen - Giverny’deki ünlü Fransız empresyonist Claude Monet’nin evini ziyaret etmeye karar verdik. Seyahatimiz süresince harika yerler gören bizler bilmiyorduk ki, turumuz en güzel sürprizini en sona saklamıştı…

Kahvaltıdan hemen sonra limanın yakınlarında bekleyen bir taksi ile anlaşarak Rouen’e doğru yola çıktık. Puslu bir gündü ve içinden geçtiğimiz Le Havre, orayı gezmediğimiz için pişmanlık hissedeceğimiz hiçbir görüntü sunmuyordu.

Motorlu araçların girişine yasak olduğu için Giverny girişinde arabadan inerek bizim gibi gelen ziyaretçi kalabalığına karıştık. Bahçeli villalar, şirin köy evleri,  kafeler ağaçlı-çiçekli yemyeşil yolun üzerinde sağlı sollu dizilmişlerdi. Adeta bir doğa tünelinden geçiyorduk. Biraz ileride sol tarafta karşımıza Empresyonizm Müzesi  (Le Musée des Impressionnismes) çıktı. Fırsatı kaçırmayıp ruhumuzu ve gözümüzü doyurmak üzere içeri girdik.

Müzede, Fovizm akımının öncülerinden Henri Manguin’in ‘La Volupté de la Couleur’ adlı sergisi vardı. Vurgulu ve güçlü renklerin kullanıldığı koleksiyonda Manguin’in aile hayatını özellikle de eşini betimlediği nü tablolarını, güneşli Akdeniz manzaralarını ve natürmortlarını hayranlıkla seyrettik.

Bu güzel keşfin ardından tekrar Monet’nin evine doğru yola koyulduk. Kısa bir süre sonra muhteşem bir manzara ile karşı karşıyaydık. “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum” sözlerinin sahibi Monet’nin bahçesi ve evi tüm ihtişamı ile ordaydı. Biletimizi alarak envai renkte çiçeklerden oluşan bahçede enlemesine uzanan, yeşil panjurlu, pembe evin kapısından girerek masal âlemine daldık.

YUVA…

İçeri girince hepimiz farklı odalara dağıldık. Bu kadar değerli bir sanatçının çalıştığı, yaşadığı yeri görmek, atmosferi hissetmek benim için heyecan vericiydi. İlk olarak Monet’nin atölye olarak kullandığı sade salonu dolaştım. Hasır koltuklar, oymalı bir sandık, sehpalar ve bir yazı masası mekânda yerini bulmuştu. Bütün duvarlar tablolarla süslenmiş, özellikle de çok sayıda Japon ressamın eseri vardı. Mesela Kunisada’nın yıkanan çıplak Japon kadınları gibi… Maalesef diğer ressamların adı hatırımda kalmamış.

Üst katta, şahane bir bahçe manzarasına hâkim yatak odası bulunuyordu. Aile fotoğrafları odayı daha da özel kılmıştı. Hemen yanda bulunan küçük dikiş odasını da atlamadan dar ve dik merdivenlerden aşağıya indim. Ve karşımda kocaman, geniş, sarı bir yemek odası… Duvarlar yine sayısız zarif tabloya ev sahipliği yapıyordu…

Mavi-beyaz çinileriyle göz zevkimi coşturan mutfağa gelince, dört bir yanı bakır tencere ve tavalarla süslenmiş, kuzinesiyle birlikte adeta bir film platosunu andırıyordu.

Hiçbir oda ve hiçbir eşya abartılı değildi. Sade, sevimli ve özgündü… Ünlü sanatçının yaşamının büyük bölümünü geçirdiği, ölümsüz eserlere can verdiği bu ev, kalbimde bir yuva sıcaklığı yarattı.

EŞSİZ BAHÇE

Tekrar bahçeye çıktık. Bahçe deyince aklınıza ne geliyor bilemiyorum ama burası küçük bir göletle iç içe, çok geniş bir arazi üzerine konuşlanmış bir yer.  Beyaz salkımlar, bambular, zambaklar, süsenler, mor irisler, akağaçlar ve sayısız türde bitki adeta bir ressamın renk paletini hatırlatarak görsel bir şölen yaratmıştı. Üzerine söğütlerin eğildiği, tablolarından aşina olduğumuz nilüferlerin salındığı, Japon köprüleri ile süslü gölün etrafında dolaşmaya, suyun üstüne yansıyan ışık oyunlarını seyretmeye, mis havasını solumaya ve sürekli fotoğraf çekmeye doyamadık. Cenneti anımsatan bu manzarayı, gökkuşağının renkleri ile bezenmiş doğayı belleğimize kazımaya çalıştık. Bir yer bu kadar mı güzel olurdu… O eşsiz eserleri yaratmasında, ışığı bu kadar güzel kullanmasında bahçeler ve göl mü Monet’ye ilham olmuş, yoksa sanatçının hayal gücü mü bu bahçelere hayat vermiş doğrusu karar veremedik.

ROUEN’İ KEŞİF

Monet’nin evinden ayrılınca aracımızla Rouen’e döndük. Karnımız acıkmıştı. Şoför bizi yemek yiyebileceğimiz bir bölgeye bıraktı. Açık havada, gözümüze kestirdiğimiz şirin bir restorana (Le Rive Droite) oturduk ve Fransız mutfağının özel yemeklerinin tadına vardık.

Yemekten sonra kalan zamanımızda biraz da Rouen’i dolaşmaya karar verdik.

Burası küçük ama tarihi ve özellikleri olan bir şehir. Kuzey Normandiya’nın başşehri sayılıyor. Ortasından Seine Nehri geçiyor. Birçok ünlüye de ev sahipliği yapmış. Mesela ünlü yazarlar, Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, burada tanışıp bir süre Beauvoir’ın evinde yaşamışlar. Ayrıca Gustave Flaubert de birçok eserini bu şehirde kaleme almış.

Bir şehri en iyi tanımanın yolu onu yürüyerek keşfetmektir” kuralına uyarak kendimizi sokak içlerine attık. Bir kısmı korunmuş bir kısmı harap, tarihi bina sayısı oldukça fazlaydı. Bu da şehre biraz antik bir hava veriyordu. Burası Jeanne d’Arc’ın kazığa bağlanarak yakıldığı yer olduğu için anısına bir anıt ve kilise vardı. Tabii ki merkezde bulunan, şehrin alâmetifarikası, Notre Dame de Rouen Katedralini gezmeyi ihmal etmedik. Alışveriş bölgesinde gördüğümüz Gros Horloge yani büyük saat de simge yapılardan biri olarak dikkatimizi çekti.

Şehre doyamadan ayrılık vakti geldi. Bir saat sonra gemide yorgunluk atıyorduk. 13 günlük gezimizin sonuna gelmiş ev yolu görünmüştü…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün