23. İstanbul Tiyatro Festivali -2

Bir Golden Mask Rusya Sahne Sanatları Festivali & İstanbul Tiyatro Festivali işbirliği: Theatre of Nations

Erdoğan MİTRANİ Sanat
4 Aralık 2019 Çarşamba

‘Tsirk / Sirk’

Tiyatro sanatının her alanındaki yapımlarına verilen prestijli bir tiyatro ödülü olmanın yanı sıra, her yıl ilkbahar aylarında Rusya’nın dört bir yanından gelen en önemli gösterilere ev sahipliği yapan Golden Mask Rusya Sahne Sanatları Festivali 2019’da 25. yılını kutluyor.

23. İstanbul Tiyatro Festivali’nin geçen sene Golden Mask Festivali ile işbirliği sayesinde Theatre of Nations yapımı ‘Hamlet / Collage’ oyununu izlemiştik. Söz konusu işbirliği, bu yıl Rusya’dan gelen dört farklı yapımla devam ediyor. Geçen yazımın konularından ‘Her Yol Kuzeye Çıkar’ adlı dans gösterisinin ardından, ikinci olarak Rusya’nın köklü tiyatrolarından Theatre of Nations yapımı ‘Sirk’i izledik.

Librettosunu da Konstantin Fyodorov ile birlikte yazmış olan, günümüz Rus tiyatrosunun yeni neslinin, adından en çok söz ettiren yönetmeni Maxim Didenko’nun yönettiği ‘Sirk’in gösteriminden sonra, önde gelen Rus tiyatro eleştirmeni Roman Doljansky’nin  moderatörlüğünde, Didenko’nun ve baş kadın oyuncusu Ingeborga Dapkünaite’nin katıldığı bir söyleşi gerçekleştirildi. Aşağıda, hem oyunla hem de bu söyleşiyle ilgili izlenimlerimi birleştiriyorum.

‘Tsirk / Sirk’in ilham kaynağı, ünlü sinema yönetmeni Grigory Alexandrov’un 1936 yapımı aynı adlı kült filmi. Film ütopik bir komünizm inancıyla, Stalin döneminin henüz hiçbir katliama başlamadığı o baskıcı karakterine girmesinden hemen önce, ‘cennet’ bir SSCB’de geçer. Ölen büyük aşkından bir erkek çocuğu olan Amerikalı sirk divası Marion Dixon, ‘Aya Yolculuk’ adlı bir gösteriyle Moskova’ya gelir ve burada yeni bir aşka tutulur. Girişimci patronu Frantz Von Kneishitz bu aşka engel olmak için, ölen sevgilinin ve de çocuğun siyahî olduğu sırrını açıklamakla tehdit eder. Durum ortaya çıktığında da ırkçı Amerikan görüşünün tam karşıtı olan, dil ve ırklar arasında eşitliği savunan komünistler, Marion’u bağırlarına basarlar.

Maxim Didenko, sahneye uyarlamaya karar verdiğinde, birçok kuşak tarafından efsanevi olarak anımsanan, çocukluğunda da severek izlediği filmi yeniden izlediğinde, etkileyici estetiğine ve görkemli dans sahnelerine karşın, aşırı propaganda koktuğunu fark eder. Oyunun metnini yazarken de olayların oluşturduğu iskeleti korurken, daha güncel bir içerikle doldurmaya karar verir. Böylece, Amerikan ırkçılığına karşın Sovyet eşitlik kavramının ikiyüzlülüğü, SSCB hiyerarşisinin gücü ve insafsızlığı oyunun metninde yerini alırken, mucit Skamyekin’in müthiş etkileyici monoloğu, Brecht’in ünlü şiiri ‘Okumuş Bir İşçi Soruyor’u zekice örnek alıyor. 

Didenko, ‘retrofütüristik’ olarak nitelendirdiği müzikalini, melodram ve komedinin aynı oranda, aynı yoğunlukta olduğu kurgusal bir geleceğe taşımış. Geçmişte hayal edilmiş bu gelecekte, olay örgüsünü henüz uzaya gönderilmemiş iki köpek yönlendirirken, sirk müdürü devrim lideri Lenin’i anımsatıyor ve çoğunlukla Rus sinema ve tiyatrosunda oynayan Litvanyalı oyuncu Ingeborga Dapkünaite, açıkça Marlene Dietrich’i simgeleyen Marion Dixon’un yanı sıra filmin ‘Dietrich’vari yıldızı Lyubov Orlova’yı da canlandırıyor.

Oyunda ‘Tsirk’ sadece sirk kelimesinin karşılığı değil, Rus Uzay Araştırmaları Merkezi’nin ilk harflerinden oluşan bir sözcük. Ve rüyanın gücünü ele alarak onu cazibesiyle yeniden tanımlayan oyun, devasa bir ütopik projenin başarılarak, Marion’un, oğlu ve sevgilisiyle uzaya gönderilmesiyle sona eriyor.

Söyleşide Didenko, Rusların Amerikalıları alt ederek ay yolculuğuna çıktığı bu ‘majör’ finalin tam olarak bir mutlu son olarak algılanmaması gerektiğini, Amerikalı kadın, zenci oğul ve Rus sevgili Petroviç’in bu dünyada yaşamaları mümkün olmadığı için uzayda sonu belirsiz bir serüvene girişmeleri olarak okunması gerektiğini belirtmişti.

Oyunun yaratıcı ekibi, her şeye karşın, hayali de olsa bir dönemin Sovyetlerinin güzellemesi olan bir oyunun Rus olmayan izleyicileri ne kadar ilgilendirdiğini merak ediyordu. Kanımca, tiyatronun evrensel bir dili var ve izlediğimiz ‘Sirk’, her şeyden önce dekoru, ışıkları, oyunculukları ve görselliğiyle nefes kesici bir gösteri.

Oyunun kostüm ve dekor tasarımını üstlenen Maria Tregubova’nın dekoru, seyirciye doğru meyilli mavi bir sirk arenası ile, hem ayı hem dünyayı simgeleyen, ‘Metropolis’i anımsatan fütüristik Moskova görüntülerinin izlenebileceği bir ekrana dönüşebilen üç boyutlu ikinci bir daireden oluşuyor. Ivan Vinogradov’un ışık tasarımları, Video Sanatçısı İlya Starilov’un ve

besteci İvan Kushnir’in desteğiyle gösteri kimi zaman müzik eşliğinde bir sessiz filme dönüşüyor.

Vladimir Varnava’nın koreografisiyle, canlı müzik eşliğinde dans eden ve şarkı söyleyen oyuncu ekibinin performansı dört dörtlük. Başı çeken, gerçek bir müzikal primadonnası gibi dans eden, şarkı söyleyen ve havalarda uçan Dapkünaite olağanüstü.

Sonuç olarak ‘Sirk’in bize biraz da ters gelebilecek bir dönemin güzellemesi olup olmadığı tabii ki tartışma konusu olabilir. Ancak, izleyicisini masalsı bir paralel evrene, düşsel bir ütopyaya götüren olağanüstü sahnelemesi de inkâr edilemez. 

 

Benzersiz bir deneyim  ‘Seslenen Parçalar’

“İnsanların kendi sesiyle, ve kendi iç sesiyle olan ilişkileri, son yıllarda önemli araştırma konularımdandı. İlginçtir ki en iç, en kişisel olan parçamız, aynı zamanda en yabancı olanı. O kadar merak uyandıracak şekilde yabancı ki, kendi sesimize seyirci bile olabiliyoruz. 

Kim konuşuyor, o kimsenin kendi sesi konuştuğunda?  ‘Seslenen Parçalar’da seyircilerin kendi sesleriyle karşılaşmalarına olanak sağlamak için, seyircilerin kendi başlarına kalabilecekleri ortamlar yaratmaya çalıştım. Bu süreçlerde, insanların başkalarına olan sorumluluğu kalktığında temsiliyetin önemsizleştiğini ve bazı  duyarlılıklarının arttığını öğrendim. Kendileri dışında seyirci kalmadığında insanlar bambaşka seçimler yapmaya başlıyorlar.” 

Begüm Erciyas                       

Bu yıl da sürdürülmeye devam eden İstanbul Tiyatro Festivali, Belçika merkezli Platform 0090 ve Flaman Kültür Bakanlığı arasındaki işbirliğinin ‘TrapTown’dan sonraki ikinci olayı Begüm Erciyas ve Platform 0090 yapımı ‘Voicing Pieces / Seslenen Parçalar’dı.

Ankara’da moleküler biyoloji ve genetik okurken dansa merak salan ve yurtdışında deneysel koreografi alanında eğitim alan Begüm Erciyas’ı İstanbul seyircisi ilk kez 2010 İDans Festivali’nde ‘Ballroom’ adlı çalışmasıyla izlemişti. Erciyas, 23. İstanbul Tiyatro Festivali’ne izleyicinin yalnız başına olduğu, kavramsal çerçevesini de oluşturduğu ses odaklı çok farklı bir yapımla katılıyor. Seyirciyi kendi sesiyle baş başa bırakan ‘Seslenen Parçalar’, katılımcıyı kendisine yapılan önerileri izleyip izlememekte, ya da nasıl izleyeceğine karar vermekte özgür bırakan, kendi seyircisi / dinleyicisi olmaya davet eden çok özel bir deneyim.

Seslenen Parçalar’ın katılımcısı, sırayla ziyaret ettiği üç istasyonda, kafasını soktuğu, dış dünyadan tamamen yalıtılmış üç farklı ortamda, üç farklı metin serisini, kulaklığına bağlı bir mikrofona okuyor.

İlk istasyonda kontrol, bir kitabın sayfalarını çevirip okuyan seyircide. Bu, bir ısınma çalışması olduğu kadar, aslında çok yabancısı olduğumuz kendi sesimizi dinlemek, o sesi tanımak, o yabancılıktan yavaş yavaş sıyrılmak fırsatını veriyor.

İkinci istasyonda metinler otomatik olarak gelip gittikleri için, izleyici hem kendi sesi eşliğinde oluşan ritme ayak uydurmak, hem de kendi sesinin eksik bıraktığı yerleri sözcüklerle doldurarak kendisine / kendi sesine eşlik ediyor, giderek bu ikilinin içinde kayboluyor.

Üçüncü istasyonda sarhoş bir yazar hakkında, adım adım ilerleyerek okunan bir öykü var.

Bu son öyküyü okumak benim kişisel deneyimimin doruğu oldu. Özellikle ikinci istasyonun beni kendi sesimle bir ikiliğe (dualite) yönlendirmesinden aldığım cesaretle, öyküyü hem okuyucu hem dinleyici, hem seyirci hem da aktör olarak canlandırmaya çaba gösterdim. Aynı anda hem ‘o’, hem de ben olan ‘o’ olmaktan, seyirciyle oyuncunun birbirinin içinde yankılanmasından müthiş keyif aldım. O kadar ki bittiğinde, içimden seyirci Erdoğan olarak oyuncu Erdoğan’ı alkışlamak geldi.

Müthiş heyecan verici, büyüleyici bir deneyim!

 

Goethe Institut & Bolong Tasarımı bir oyun

    ‘Being Faust - Enter Mephisto’

Goethe’nin ‘Faust’unu temel alan araya Wagner’den de kimi alıntılar ekleyerek, insan aklının arzuları için çelinme ihtimalini, bu ihtimale yönelişteki her bir seçim ve bu seçimlerin doğurduğu sayısız ihtimali, kaybedilen değerleri, yitirilen prensipleri, neyi ne için yaptığımızdan ziyade amaca ulaşmadaki yolumuzu seyirci olarak değil oyuncu olarak aradığımız bir çalışma.

‘Oyuncu’ sözcüğü burada aktör ya da aktrisin değil, çeşitli sanal ve fiziksel oyun biçimlerini kullanılarak, akıllı telefonlarla giriş yapılıp, oynanan bir oyunun oyuncusu.

Tanıtım kitapçığında oluşan beklentilerimi ancak kısmen karşılamış da olsa, Yiğit Özşener’in yönlendiriciliğinde oynanan ‘Being Faust – Enter Mephisto’, bireysel katılımcıların birbiriyle de yarıştığı, ilginç ve keyifli bir oyundu.

Bir başka festival yazısında buluşmak üzere, hepinize iyi seyirler dilerim.

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün