Dört Silahşörler

Mete YAYLALI Spor
8 Mayıs 2019 Çarşamba

Bir proje için Etiyopya’ya ilk defa Kasım 2018’de gittim. Addis Ababa’ya 150 kilometre uzakta 70 bin nüfuslu Debre Birhan’da üç yıldızlı bir otelde, bir pazar sabahı, ana caddeye yapılan maç yayını ile uyandım. Otelin dördüncü katından maçı dinliyorum, İngilizce yayın yapılıyor ve biraz dikkat edince Arsenal ile Liverpool arasındaki Premier Lig karşılaşması olduğunu anlıyorum. Sabahın bu saatinde İngiltere’de maç oynanmayacağına göre bant yayını bu. Etiyopya’da bir sabah Premier Lig maçını otelin barından caddeye yayınlıyorlar. Çok şaşırtıcı geliyor bana. Daha sonraki akşamlarda barda sürekli maç yayını olduğu, çoğunlukla canlı yayınlanan Premier Lig karşılaşmalarında barın tamamen dolduğunu, sanki bir İstanbul derbisi izlermiş gibi Avrupa’nın en batısındaki bir ülkenin maçlarının, Afrika’nın en doğusundaki bir ülkede taraftar bulduğunu hayretle görüyorum.

Sonraki gidişlerimde alışıyorum ve sporun sadece spor olmadığını, ülkelerin emperyalist politikalarının bir aracı olduğunu gözümle görüp teyit ediyorum. İnsanlar hayatlarında hiç görmedikleri, belki de göremeyecekleri bir ülkenin futbol rekabetini özel sohbetlerde tartışıyor.

Nereden nereye?

Futbolun 9. yüzyılda İngiltere’de oynandığını tarihçiler anlatıyor. İskoçya’da ilk futbol oyununun tarihi de 15. yüzyıl. İngilizler bütün sömürgelerine bu sporu taşıyor.

Sadece İngiltere değil tabii.

Ayakla oynanmasa da başka bir top sporu da 12. yüzyılda Kuzey Fransa’da görülüyor. Bu spora ‘jeu de paume / avuç oyunu-el oyunu’ deniyor çünkü bir bez top avuç içiyle karşıdaki rakibe atılıyor. Spora sonradan verilen bu adın da, oyunu başlatan kişinin ‘tennez’ yani tut-yakala’ seslenmesinden geldiği söyleniyor. Tenise ‘Kralların Oyunu’ denmesinin sebebi de Fransa Kralı X. Louis’nin sıkı bir Jeu de Paume oyuncusu olması, sporun daha çok soylu aileler arasında yayılmasıydı.

Biz tarihe baktığımızda olaylar arasındaki zaman çizgisini hızlı geçiyoruz ama tenis sporunda ilk defa el yerine raket kullanımı 16. yüzyılda olacaktı, yani 400 yıl sonra! Kaç nesil değiştiğine dikkat ediniz. Bundan da 200 yıl kadar sonra bugünkü anlamda tenis Fransa ve İngiltere’de yayılacaktı.

Nedir 200 yıl sonra, 18. yüzyılın ikinci yarısında olanlar? İngiltere’den başlayan Sanayi Devrimi.

Yine pek önemsiz gibi görülse de 1830’da ilk çim biçme makinası patentinin İngiltere’de alınması tenis sporunun daha düzgün zeminlerde yayılmasını sağladı.

Şimdi tabloya baktığımızda ne görüyoruz? İki sömürgeci ülkeden biri bir spor icat ediyor fakat diğeri bunu alıp geliştiriyor, sahip çıkıyor ve yayıyor. Hindistan-Pakistan ve Bangladeş’te bir İngiliz sporu olan kriketin ana spor dalı olduğu, Hindistan’da tenis sporunun büyük kitleler tarafından tercih edildiğini bir kenara yazalım.

Sanayi Devriminin etkileri

Sanayi Devrimi İngiltere’den Kuzey Avrupa ve Amerika’ya yayılacak, işçi sınıfı öne çıkacak, şehirlerde nüfus artacak ve elbette sömürgecilik akımı yükselecekti. 1789 Fransız İhtilali de bu döneme rastlıyor. Tenis sporunun yayılması için halkın bu oyunun araçlarına sahip olması gerekiyordu: Raketler, toplar ve bir file. Sanayi Devriminin getirdiği bakış açısı ile İngiliz ordu mensubu olan Walter Clopton Wingfield bir tenis seti için patent alıp, yatırımcı bularak üretime geçecekti.

Görüldüğü gibi İngilizler Sanayi Devrimi ile başlattıkları büyüme ve gelişme sürecine tenis sporunu da katıyor. Aslında buna tenis olarak bakmamak gerekir. Spor kültürün bir parçasıdır, toplumun gelişmesindeki en önemli kültür harcıdır. Fakat sömürgecilik faaliyetlerinin de halkla ilişkiler aracıdır.

Bu sırada Fransa neler yapıyordu?

Tenis henüz halka inememiş, Wingfield setleri Fransa’ya ulaşmış, bazı küçük kulüpler kurulmaya başlamış ama genelde elitlerin oynadığı bir spor dalıdır.

Fransızlar hâlâ jeu de paume köklerine dayansa ve birçok spor dalı gibi tenisin de kendilerine ait olduğunu tekrarlasa da artık bu yeni spor Britanya’dan yükselip Yeni Dünya’yı da etkisi altına almaktaydı. Tabii konu İngiltere ile Fransa arasında tenis kapışması değil, özellikle Afrika’da bu iki ülke dışında Almanya, Hollanda, İtalya, Belçika, İspanya ve Portekiz arasındaki sömürgecilik faaliyetleridir.

Kim hangi sporu icat etti tartışmaları ve sporun emperyalist faaliyetlerin bir aracı olması devam ederken Fransa bir atak yaptı ve 1913 yılında Paris’te bugünkü adı ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu) olan ILTF (Uluslararası Çim Tenis Federasyonu) kuruluşunu tamamladı. Avrupa karışmaktaydı ve birçok uluslararası federasyon Paris’e yerleşmekteydi, I. Dünya Savaşı’na bir yıl vardı.

Savaştan sonra tenis

Savaştan sonra tenis sporunu Fransa’da yükselten bir sporcu grubu 1920 ortalarından 1930 ortalarına kadar fırtına gibi esecektir. Onlara Dört Silahşörler dediler.

HENRY COCHET (1901-1987)

JACQUES BRUGNON (1895-1978)

RENE LACOSTE (1904-1996)

JEAN BOROTRA (1898-1994)

Bu muhteşem dörtlü on yıl kadar Avrupa’da Fransa tenisinin zirveye oturmasını sağladı fakat çok daha önemlisi 80 yıl boyunca Fransa tenisine rol modellik yaptılar, bir derinlik oluşturdular ve yeni nesillere yön verdiler.

Fransa Davis Cup takımını oluşturdular; 1927 yılında kendi ülkesinde ABD takımını mağlup edip şampiyonluğu Fransa’ya getirdiler. Bu müthiş başarı Fransa’ya tenis sporunda önemli kararlar aldırdı ve sonuçta 1928’de Stade Roland Garros inşa edildi. Dört Silahşörler 1933 yılına kadar Fransa’ya Davis Cup şampiyonluğu kazandıracaktı.

Fransa, İngiltere ve ABD’nin kendi sömürgelerini elde tutma ve ekonomik olarak güç savaşı verdiği yıllarda Dört Silahşörler de göreve çıktı. Fransa Dışişleri Bakanlığı talimatları doğrultusunda büyükelçilikler bu dört sporcunun popülaritesini kullanmaya başladı. 1928 yılında Borotra ve Brugnon Güney Amerika, ABD, Tahiti, Yeni Zelanda, Avustralya ve İngiltere; 1930 yılında Cochet ve Brugnon Japonya, Hindiçin, Hindistan ve Mısır’da tura çıktılar. Gönüllü elçiler olarak görevleri Fransız kültürünü yeni bölgelerde tanıtmaktı. Elbette bireysel hikâyeleri de ilgi çekiciydi. Orta sınıf ailelerin çocukları olarak Fransa elitlerinin tekelinde olan bir sporda 1920’lerde yükselip söz sahibi olma başarısı göstermişlerdi.

Fransa Tenis Federasyonu da tam bu sırada 1920 yılında kurulacak ve dört yıl sonra 268 tenis kulübü ve 18 bin sporcu sayısına ulaşacaktı. Kulüplerin aristokrat üye profilinde yarışmacı karakter görülmediği halde orta ve alt sınıf ailelerin çocukları teniste bir gelecek ve kurtuluş görmüş, federasyonun da bu sosyal yapıyı iyi kullanması ve desteklemesiyle yarışmacı sporcu patlaması yaşanmıştı.

Üstün başarılı bir grup sporcu ülkenin teniste dünyada söz sahibi olmasını sağlamış, toplumun tenise ilgi göstermesine yol açmış ve bugün tenisin mabedi dediğimiz Roland Garros turnuvasıyla Stade Roland Garros’u spor dünyasına kazandırmıştır.

Yani önce sporcu ve başarı, sonra tesis ve organizasyon.

Bizim gibi önce turnuva ve tesis, sonra başarı dememiş Fransızlar.

Belki de bizim gibi inşaat meraklısı değillerdi ve beton yerine bilimsel çalışmaya, sosyolojik modellere değer vermişlerdi.

Her şeye ve bütün örneklere rağmen, tenis sporu gerçekten de toplumun orta sınıf ailelerinin çocuklarına refah seviyesinin yükselmesinde yardımcı olmuş mudur yoksa hepsi aslında bir illüzyon mudur ayrı bir araştırma konusudur.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün