Sanat ve felsefeninbir araya geldiği Taswir Projects’in kurucusu Prof. Shulamit Bruckstein Çoruh

Bir süredir İstanbul’da bulunan Bruckstein ile çalışmalarını konuştuk. Prof. Bruckstein Çoruh bir düşünür, küratör, teorisyen-sanatçı ve sanat eleştirmeni. Sanatsal araştırma ve diasporaya dair düşünmek üzere hayata geçirilen ortak platform Taswir Projelerinin de kurucusu.

Mirey NASİ Sanat
8 Mayıs 2019 Çarşamba

Prof. A.Shulamit Bruckstein Çoruh bir düşünür, küratör, teorisyen-sanatçı ve sanat eleştirmeni. Sanatsal araştırma ve diasporaya dair düşünmek üzere hayata geçirilen ortak platform Taswir Projelerinin de kurucusu. Berlin, Kudüs, Bazel ve daha birçok kentte, felsefe ve kültür kuramı kürsülerinin yöneticiliğini yürüttü, görsel kuram, post-yapısalcılık, felsefe ve güncel sanat alanlarında yetmişten fazla yayını bulunuyor. Bir süredir İstanbul’da yaşayan Bruckstein’ı ilk kez bir konferansta tanıdım ve yaptığı konuşmadan çok etkilendim. Bir sanat sunumunda Talmud Tora çalışan öğrencilerin fotoğrafını gördüğümde kendisini ve çalışmalarını daha yakından tanımak ve sanat çalışmaları ile bu fotoğraf arasındaki bağlantıyı nasıl kurduğunu anlamak istedim. Kendisiyle çalışmaları hakkında konuştuk.

 Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız? 

Sevgili Mirey, Tarabya’ya, Alman Konsolosunun yazlık konutunun bulunduğu bu güzel mekâna geldiğin için teşekkür ederim. Kendimi yazar, düşünür, küratör, sanat yazarı ve belki bir anlamda teori sanatçısı olarak tanımlıyorum. Öncesinde felsefe, imge teorisi ve Ortaçağ Yahudi Edebiyatı üzerine Kudüs, Berlin, Frankfurt gibi şehirlerdeki üniversitelerde ders verdim. Şu anda bağımsız küratör, sanat eleştirmeni ve yazar olarak on yıldan uzun bir süredir, teori ve sanatı, çağdaş ve kadim objeleri, kozmopolit Yahudi gelenekleri ile çağdaş sanat alanını birbiriyle ilişkilendiriyorum. Son on yıldır öne çıkan, çoğunluğu Ortadoğu’dan olan (Türkiye dâhil) uluslararası sanatçılar ile sanatsal ve felsefi araştırmaların farklı aşamalarını oluşturan sergiler açma ayrıcalığı elde ettim. Yazı ve araştırmalarımda ilgilendiğim olgu; bir düşünme biçimi ve sanatsal yaratıcılık olarak gördüğüm, çevreden merkeze doğru, ‘dıştan içe’ ilerleyen; toplumun ve sanatsal yaratımın çoğaltıcı marjinal kısmına bakarak ve bu marjinal kısımların bir çeşit tek biçimli ‘merkez’ içinde nasıl birbiriyle kaynaştığını, yenilendiğini ya da birbiri içine nasıl çöktüğünü inceleyen, ‘diasporik düşünce’ olarak adlandırdığım olgunun yapı ve dinamikleri…

 Sanatsal araştırma ve diasporaya dair düşünmek için hayata geçirilen ortak platform Taswir Projesinin kurucususunuz. Bu projeden bahseder misiniz? Adına neden Taswir dediniz?

Taswir Projesini 2001 yılında, yirmi yılı aşkın bir süre yaşadığım Kudüs’ten Berlin’e taşındıktan sonra, bir grup arkadaş, sanatçı ve akademisyen ile birlikte kurdum. Hep beraber, kozmopolit geleneklerin, özellikle de kökeni Avrupa dışına dayanan, modern öncesi dönemde gelişmiş Yahudi, Müslüman, Doğu Ortodoks, Pers, Ermeni ve Osmanlı eksenindeki, Avrupa aydınlanmasının ‘dışında bırakılmış’ ve Batı Avrupa kanonuna girememiş; önce unutulmuş sonrasında ise Batı tarafından ‘Doğulu’ (Oriental), ‘Şarki’ (Eastern) olarak tanımlanmış; modernleşme projesi dâhilinde 20. yüzyıla kadar konu dışı kabul edilmiş olanlarının canlanmasına ve Rönesans’ına dair bir arzu duyduk. İlgimizi çeken, kozmopolitliğin sanatsal bir projeye dönüştürme isteği oldu. Neden? Çünkü edebi alanda ‘gelenek’ ile bağlı olan her şeyin politika tarafından işgal edilme tehlikesinde olduğunu hissettik. Politik araçsallaştırma alanının dışında, kozmopolit ve milliyetçi olmayan bir gündemin korunması çok zor. Çağdaş sanatta ise politik çıkarlar altına gömülmüş geleneklerin gün yüzüne çıkarılması, tam anlamıyla bir meydan okuma haline geliyor. Çağdaş sanat, uzun süredir kaybolmuş kozmopolit gündemini değiştirebilir, aktarabilir, yeniden oluşturabilir ve yeniden konumlandırabilir. Önceleri 2001’de Taswir Projesi ‘ha’atelier’ (İbranice’de atölye) adındaydı. 2010’dan itibaren ise ha’atelier, Taswir adını aldı. 2009’da Martin-Gropius-Bau’da küratörlüğünü yaptığım ve yirmiden fazla ülkeden gelen 65 çağdaş sanatçı ile gerçekleştirilen büyük Taswir sergisi sonrasında ise bu, Taswir projesi veya House of Taswir’e dönüştü. O sergideki sanatçılar, Hermitage’dan Louvre’a ve hatta British Museum’a kadar yirmiden fazla uluslararası koleksiyondaki ‘İslami sanat’ objelerinin yeniden anlamlandırılması için davet edildiler. Taswir sergisi, böylelikle diğer sergilerimiz için önemli bir referans noktası haline geldi: Sergilerimiz çağdaş kadim, metot olarak şiirsel ve çağrışımsal, doğrusal bir anlatımı olmayan bu yapı içinde performansa dayalı ve kamusal tartışmaya açık şekilde oluştu. Her zaman bir tür beth midrash veya medrese yapısını, sanatsal araştırma yapma amacıyla sergilerimize ekledik.

 Berlin’de yaşıyorsunuz ama bir süredir Tarabya Kültür Akademisinde sanatçı bursu programı çerçevesinde İstanbul’dasınız. Sizi buraya getiren bu burs programı neyle ilgiliydi?  

Tarabya Kültür Akademisi, Alman Konsolosunun yazlık konutunun olduğu alanda bulunuyor. Alman Dışişleri Ofisi sanatçı bursları için, Almanya’da yaşayan sanatçıları, yazarları İstanbul’a davet ediyor ve az sayıda seçtiği bu kişilere (yazarlar, görsel sanatçılar, film yapımcıları, şairler, küratörler ve teorisyenler) İstanbul’da kendi seçtikleri bir projeyi geliştirme fırsatı veriyor. Ben de 2018-2019 dönemi için Tarabya burslarından birini kazanma şansını yakaladım. Başvurumu, İstanbul ve Türkiye için çağdaş sanatın tarihi açısından en önemli kadınlardan biri olan, küratör, sanat yazarı ve sanat eleştirmeni Beral Madra üzerinden şekillenen bir sanatsal araştırma projesi ile yaptım. Onun şu an, halen işler durumdaki arşivi BM Contemporary Art Center, dünya çapında küratör, sanatçı ve akademisyenler için önemli bir merkez. Beral Madra, birinci ve ikinci İstanbul Bienallerinin küratörüydü. Venedik Bienalinde küratörlüğünü üstlendiği farklı pavyonların dışında 2007’ye kadar da Türkiye Pavyonunun küratörlüğünü yaptı ve dünya çapında 250’den fazla sergiyi farklı bölgelerden sanatçılar ile gerçekleştirdi. Bugün halen İstanbul’un en aktif ve ilham verici küratör ve sanat eleştirmenlerinden biri. Yaptığı işte, beni en çok etkileyen yönü yalnızca yarattığı sanatsal ortamın mükemmelliği değil, aynı zamanda çatışma bölgelerindeki sanatçılarla çalışma şekli ve çağdaş sanat alanında kendi diplomasi türünü geliştirme biçimi. Goethe Institute İstanbul’un desteklediği sekiz aylık proje sürecim, İstanbullu bu seçkin kadın küratöre bir saygı duruşu niteliğinde. Küçük bir araştırma ekibi ile arşivini bir sanatsal yerleştirmeye; içinde çağdaş sanatın sanatçı, sanatsal tema, gündem ve mekânlarını, Beyrut’tan İstanbul’a, Kahire, Saraybosna ve Berlin’e kadar takip edebileceğiniz bir dijital küratoryal haritaya dönüştürüyoruz. Bu haritalar, eleştirel çağdaş sanatçılar için neo-liberal, süper-kapitalist veya milliyetçi kurumsal çerçevede, yapısı tarafından yaratılan paradoksların ve problemlerin incelenebildiği teorik metinleri de kapsıyor. Haziranda, Hırvatistan’ın Split şehrinde ve temmuzda burada yani Tarabya’da bu projeyi sergileyeceğiz. Bununla birlikte yerleştirme, 16. İstanbul Bienalinin çerçevesi dâhilinde bir yan etkinlik olarak eylül ayında Berlin Hamburger Bahnhof’da, kasım ayında ve 2020’de İsviçre’nin Bern kentinde izleyici ile buluşacak.

 Felsefe, İmge Teorisi ve Ortaçağ Yahudi Edebiyatı çalışmaları alanlarında uzmanlığınız bulunuyor; çalışma alanlarınız ve sürdürdüğünüz sanat projeleri arasındaki ilişkiyi anlatır mısınız?

 Kudüs’te bulunduğum süreçte rabbinik literatürünü, Ortaçağ Yahudi felsefesini ve Talmud metinlerini, buraya 1940’larda gelmiş ve Mir Yeşiva’nın Doğu Avrupa Talmud Akademisinde eğitim almış bir Talmud akademisyeni ile çalışma şansım oldu. Alaha konusunda bir otorite kabul edilen bu kişinin adı Zev W. Gotthold idi. Onunla on beş yıldan fazla süre boyunca her gün, bazen saatlerce çalıştım. Diasporik düşüncenin hayran edici bir halini ortaya koyan rabbanik literatürünün, devlet ve milliyetçilik tarafından ele geçirilebileceğini anladığımda Avrupa’ya yerleştim. Şimdi de İstanbul’dayım ve rabbanik düşüncenin formunu yavaş yavaş sanatsal uzamdaki çağdaş sanat ortamlarına dönüştürmekteyim. Bazı sergilerimde, Talmud sayfasını çağdaş sergi formuna çeviriyor, onu izleyici için her zaman apaçık ortada olmayacak gizli şekillerde tercüme ediyorum. Veya kimi zaman ERUV gibi bazı Alaha yapılarını ya da diğer bazı kadim yapıları izliyor ve onları bilgi felsefesi mimarisinin prensiplerine tercüme ediyorum. Bu tip dönüşümler üzerine House of Taswir (2014) adında bir kitap yazdım. Elimdeki birkaç adet dışında şu an neredeyse hiç kopyası kalmadı.  

ERUV: ERUV, bazı Yahudi (özellikle Ortodoks) topluluklarının Şabat’ta yasaklanmış olan bazı faaliyetleri mümkün kılmak için mahallelerinde inşa ettikleri yapı.

 Hem prestijli bir sanat projesi hem de İstanbul’u sevdiğiniz için burada geçirdiğiniz süreyi uzattınız. Bir sonraki projeniz nedir ve İstanbul hakkında ne hissediyorsunuz?

İstanbul son derece akıllı, atik, zeki bir çağdaş sanat ortamına sahip. Şehrin sayısız sanatsal alanına açılan, perde arkasında kalmış kapılarının çokluğu, zor zamanlarda dahi yaratıcılığını yitirmemesi ve bitmez tükenmez sanatsal enerjisi beni hep çok etkiliyor. Şehir, House of Taswir’e kucak açtı ve şimdiden bu yaz için birkaç ilginç sergi girişimimiz var. Beral Madra’nın arşivini sanatsal bir yerleştirme olarak ilk defa haziran ayında Hırvatistan’ın Split şehrindeki efsanevi Salon Galić’te ve sonrasında 6 Temmuz’da İstanbul Tarabya’da göstereceğiz. BM Contemporary Art Center, Goethe Institute İstanbul ve Tarabya Kültür Akademisi arasında bir işbirliği kurmayı başardık ve birlikte Beral Madra projesinde, içinde İstanbullu bir küratör ve sanat yazarı olan Sinan Eren Erk’in de bulunduğu bir Berlin-İstanbul takımı oluşturduk. House of Taswir, eylül ayında 16. İstanbul Bienalinin yan etkinlikleri arasında olan ‘Çarşamba Topluluğu’ (Wednesday Society) adındaki sergisini sunacak. Bu sergi, Freud’un ünlü akademisyenler topluluğunun feminen ve sanatsal halini, aralarında Meret Oppenheim, Rebecca Horn, Natela Iankoshvili, Gülçin Aksoy ve Tony Chakar’ın bulunduğu sanatçılar ile gerçekleşecek. ‘Wednesday Society’, Maçka’daki ARTAM Müzayede Evinin alt katında, 400 metrekarelik bir alanda sergilenecek. Hepinizi bekleriz! 

 

Max Ernst. Maximiliana veya l’Éxercise illégal de l’Astronomie. 1964.

 (Epistemik Mimari II)

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün