Sinema şöleni geride kaldı

38. İstanbul Film Festivali 186 filmlik zengin ve doyurucu programıyla sinemaseverleri tatmin etti.

Viktor APALAÇİ Sanat
30 Nisan 2019 Salı

Bu yılki festivalin öne çıkan özelliği, merakla beklenen filmlerin düş kırıklığı yaratıp, sürpriz filmlerin ise çok sayıda olmalarıydı. Bunlar arasındaki İsveç doğumlu İranlı usta Ali Abbasi’nin Cannes Ödüllü ‘Sınır’ını festivalin tüm izleyicileri beğendi. Güney Koreli senarist-yönetmen Bora Kim, yüreklere hitap eden filmi ‘Sinek Kuşu’ ile kadın sanatçıların onurunu koruyup Altın Lale Ödülü’ne uzandı. Yedi yıllık bir suskunluktan sonra ‘Greta’ ile sinemaya dönen İrlandalı Neil Jordan, sağlam mizansenine rağmen klişelere sırtını dayamasıyla düş kırıklığı yarattı. ‘High Life’ beklentilerime cevap vermeyen filmlerin ilk sırasındaydı.

Festival programının ilan edildiği basın konferansında, Claire Denis’in ‘High Life’ını en çok merak ettiğim filmler listesinin en tepesine koymuştum.

Yetenekli Fransız yönetmenin İngilizce çektiği ilk film ve bilim kurgu türünü denediği ilk film olan ‘High Life’, prömiyerini yaptığı Toronto Film Festivalinde çok iyi karşılanmıştı.

Bir uzay gemisinin bir bebekle birlikte bir kara deliğe doğru ilerleyişi anlatan filmi, Monte adlı bu erkeğin olayları hatırlama biçimiyle izliyoruz.

Claire Denis’in “Umutsuzluk ve insanın hassasiyeti hakkında bir film bu; her şeye karşın sevgi hakkında” sözleriyle özetlediği ‘High Life’ festivalde izlediğim 40 film arasında bende en büyük düş kırıklığı yaşatanıydı.

Başroldeki Robert Pattinson’un mükemmel performansına ve Claire Denis’in fetiş oyuncusu Juliette Binoche’un varlığına rağmen, bu özgün olduğunu iddia eden bilimkurgu filmine bir türlü ısınamadım.

Bir kara deliğe doğru, geri dönüşü olmayan umutsuz bir yolculuğa çıkan filmde, iyisiyle, kötüsüyle yolcu grubundan sadece Monte ile bebeğin hayatta kaldığını öğreniyoruz. Yolcuların uzaya gönderilmiş eğitimli astronotlar değil, suçlulardan seçilen kobayların oluşu ‘High Life’ı özgün bir bilimkurgu yapmıyor.

PSİKOPAT PİYANİST ‘GRETA’

Ağlatan Oyun/The Crying Game’ başyapıtıyla En İyi Senaryo Oscar’ı sahibi Neil Jordan’ın ‘Greta’sı festival sonunda sıcağı sıcağına vizyon girdi.

İrlandalı ustanın yedi yıllık bir suskunluk döneminden sonra yaptığı bu gerilim filmi, Michael Haneke’nin ‘Piyano Öğretmeni/La Pianiste’ini akla getiren, farklı yaş kuşaklarına ait iki kadın arasındaki gizemli bir konuyu anlatıyor.

Adından da anlaşıldığı gibi bir piyano öğretmenini canlandırdığı bu filmde, Isabelle Huppert 2001’de Cannes’daki iki En İyi Kadın Oyuncu ödüllerinden birini kazanmıştı.

Huppert, yine bir piyanisti canlandırdığı (ve filme adını veren) ‘Greta’da yine kendisine çok yakışan bir psikopat kadını oynuyor. Metroda unuttuğu çantayı bulan saf ve iyi niyetli Frances’le (Chloé Greta Moreta) Greta arasında yakın bir arkadaşlık başlar.

İki kadın kahramanımızın biri eşini, diğerinin annesini yakın bir geçmişte kaybetmiştir. İki acılı kadının birbirlerine destek olmalarıyla, yaşadıkları travmayı atlatmaları daha kolay olacaktır.

New York metrosunda bulunan bir çantayla başlayan dostluk, kısa sürede Greta’nın göründüğünden çok daha öte takıntılara sahip tehlikeli bir kadın olduğu ortaya çıkınca, kahramanlarımız arasındaki arkadaşlık saplantılı bir gerilime dönüşür.

Isabelle Huppert (yine Paul Verhoeven’in ‘Elle’inde olduğu gibi) aklına koyduğunu hayata geçirmekte kararlı ve takıntılı kadın rolünü her zaman olduğu gibi mükemmel oynuyor.

Hollywood’un yükselen değeri (tombul ama mükemmel ve anlamlı bir yüzü olan) Chloé Grace Moreta, dev partnerinin yanında ezilmeden, inandırıcı bir kompozisyon çiziyor.

Filmin başlarında bazı sırların açığa çıkması ve gerçeğin göründüğünden çok farklı olduğunun anlaşılmasıyla, film Neil Jordan’ın gerilim yansıtmadaki becerisiyle merakla izleniyor.

Ancak filmin yumuşak karnı Jordan’ın Ray Wright ile müştereken yazdığı senaryo; Greta’da çok fazla klişe var.

Yedi yıl film yapmayan, kendini özleten Neil Jordan’ın ‘Greta’sı, benzer konulu psikopat öyküsü ‘Piyano Öğretmeni’ ayarında bir film değil. Haneke’nin yaratıcılığına sahip olmasa da Neil Jordan’ın filmi görülmeyi hak ediyor.

İRANLI YÖNETMENDEN MÜTHİŞ BİR İSVEÇ FİLMİ

38. İstanbul Film Festivali’nin en kaliteli filmleri arasındaki ‘Sınır/Grans’, İsveç doğumlu Ali Abbasi’nin son Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Film Ödülü’nü kazanan çizgi dışı, ilginç bir yapıtı.

‘Gir Kanıma’ adlı kitabıyla büyük başarı kazanan John Ajvide Lindqvist’in ve yönetmen Ali Abbasi’nin aralarında bulunduğu üçlü bir ekip tarafından yazılan senaryo müthiş sürprizler içeren gizemli bir öykü anlatıyor.

İlk yönetmenlik denemesi ‘Shelley’ ile tanınan Abbasi, ‘Sınır’da İsveç’in ünlü romancısı Lindqvist ile parlak bir ikili oluşturuyorlar. Filmin üçüncü senaryo yazarı, 2018’de İstanbul Festivali’ne ‘Tatil/Holiday’ ile konuk olan yönetmen Isabella Eklöf.

İkinci filmini gerçekleştiren 27 yaşındaki Abbasi, elindeki zengin malzemenin hakkını veren mükemmel mizanseni ve gerilimli atmosfer yaratmadaki becerisiyle festival izleyicisinden tam not aldı.

Film, gümrük suçlularını yakalamakta uzmanlaşmış, koku alma duyusu gelişmiş sınır polisi Tina’nın fantastik öyküsünü anlatıyor. Asık suratlı, çirkin, sessiz, tombul, gizemli genç kadını parlak kariyerinde yanıltan ilk insan, iri yarı, tipsiz, tekinsiz yolcu Vore olur.

İkili arasında gelişen garip ilişkiden sonra, Vore’un olağanüstü güçlere sahip olduğunu hisseden genç kadın polis muhatabının gerçek kimliğini keşfeder.

Bir yalan dünyasında yaşayan ve gerçek dünyaya ait olmadıklarını anlayan kahramanlarımız karanlık bir yazgıyı paylaşmak zorunda kalacaktır. Ali Abbasi limitleri zorlayan, yenilikçi, absürt ve sürrealist sinema diliyle hayranlık uyandıran, umut vaat eden bir yönetmen.

Kendisi ‘Sınır’ı aşkı ve kara mizahı kaynaştıran, vahşi tempolu Wagner operalarına yakın buluyor. Sınır polisi Tina’nın sonunda kendi varlığını bile sorgulayacağı birtakım sırları öğrenişini anlatan ‘Sınır’, gizemli aşk filmi, olağanüstü ve kara film öğelerini zekice harmanlıyor.

Filmin başrollerini paylaşan, mükemmel bir makyajla itici görünümlü iki hayvana benzetilen Eva Melander ve Eero Milanoff, olağanüstü performanslarıyla Abbasi’nin mizansenine katkı veriyorlar.

Filmin teknik kadrosunda Göran Lundström ile Pamela Goldammer, 2019 Oscar’larının ‘Saç ve Makyaj’ dalının adayları arasındaydı.

ALTIN LALE ÖDÜLLÜ GÜNEY KORE FİLMİ

38. İstanbul Film Festivali’nin ödül töreninin kraliçesi, film aktrislerini kıskandıracak güzellikte, uzun boylu, zarif, güler yüzlü bir Güney Koreli sanatçıydı.

Sinemadaki ilk uzun metrajlı filmi ‘Sinek Kuşu/House of Hummingbird’e verilen Altın Lale Ödülü’nü jüri başkanı Lynn Ramsey’in elinden almak için sahneye çıkan, senaryo yazarı, yönetmen Bora Kim, Koç Müzesindeki davetlileri büyüledi.

Ödüllü kısa film yönetmeni Bora Kim’in ergenlik, eğitim, aile ve toplum baskısı kavramlarını ele alan ‘Sinek Kuşu’, eleştirmenlerce “yeni ve büyük bir yeteneği müjdeleyen, heyecan verici bir film” olarak karşılandı.

Filmin konusu Seul’de Seongsu Köprüsünün çöktüğü 1994 yılında geçiyor. Orta sınıf bir ailenin kızı olan 14 yaşındaki Eunhee, sevgi peşinde turlayıp duruyor.

Kaba bir adam ve anlayışsız bir annenin kızı olarak ailesinden beklediği ilgiyi görmeyen Eunhee, sevgi dolu kalbini teslim edecek birilerini arıyor.

O yıl gazete manşetleri büyük olaylarla dolu, ama Eunhee bunun farkında değil. Kendisini anlayabilecek tek kişi, okula yeni gelen kadın öğretmeni Youngji olabilir mi?

Bu soruya cevap arayan film, Seul girişindeki Seangsu Köprüsünün tarihi çöküş olayına bağlanarak ve bir felaketi ustalıkla kullanarak övgüyü hak ediyor.

Filmini takdim etmek üzere İstanbul’a gelen Bora Kim, “Filme niçin Sinek Kuşu adını verdiniz?” sorusuna şu cevabı verdi: “Sinek Kuşu dünyanın en akıllı kuşu, saniyede seksen defa kanatlarını çırpıyor. Bal bulmak için çok uzun mesafeler kat edebiliyor. Eunhee’nin yolculuğunu film boyunca bir sinek kuşunun yolculuğuna benzettim. Sevgi arayışında, yardımlaşma peşinde, hastanelere gidiyor, birçok insanla tanışıyor.”

Bora Kim, kariyerinin başlangıcını şöyle anlattı: “Güney Kore, erkeklerin egemen olduğu muhafazakâr bir ülke. Sinema okulundaki kadın sınıf arkadaşlarım şu an benim gibi yönetmen değiller, çünkü önlerinde yönetmen olmuş bir kadın yönetmen yoktu. Ben bir şekilde filmimim yaptım, onlar yapamadılar.”

Karakter tahlilleriyle durgun geçen ilk bölümünden sonra film kulvar değiştirerek, yüreklere hitap eden bir duygusallığa bürünüyor ve etkileyici bir finalle noktalanıyor.

İKİ KEYİFLİ FRANSIZ FİLMİ

Yönetmen Philippe Garrel’in aktör oğlu Louis Garrel, “boynuz kulağı geçer” dedirmek için kamera arkasına geçip, ikinci uzun metrajlı filmine ‘Sadık Bir Adam/L’Homme Fidéle’ ile imzasını atıyor. Yanına iki güçlü destekçi alarak yola çıkan Louis Garell, eşi Laetitia Casta ile başrolleri paylaşıp, senaryo yazılımı için 88 yaşındaki veteran Jean-Claude Carriére’i alıyor.

Abel (L.Garrel) sevgilisi Marianne’ı (L.Casta) yakın arkadaşı Paul’a kaptırdıktan sekiz yıl sonra, aniden ölen Paul’un cenazesinde unutamadığı sevgilisiyle yeniden birlikte olabileceğini düşlüyor. Kederli bir olayı fırsata dönüştürmesi için Abel’in önünde iki engel vardır. Biri Marianne’ın oğlu Joseph, diğeri Paul’un kız kardeşi Eve (Lily - Rose Depp).

İki kadın arasında gidip gelen bir erkeğin kararsızlığını bir ‘durum komedisi’ formatında işleyen film, komedi, dram ve biraz da Fransız Yeni Dalgası öğeleri içeriyor. Vanessa Paradis ile Johnny Depp’in kızı Lily-Rose Depp iki deneyimli oyuncuya eşlik ediyor.

90 filmlik aktörlük kariyerine senaristliği de ekleyen Michel Blanc, beşinci yönetmenlik denemesi ‘Bakın Nasıl Kıvırıyoruz/Voyez Comme On Danse’ ile Fransızların aldatma konulu filmlerde rakip tanımadıklarını bir kez daha doğruluyor.

Michel Branc’ın kaleminden çıkma keyifli ama sivri diyaloglar, müthiş bir oyuncu kadrosunun canlandırdığı her biri birbirinden acayip karakterleriyle film, dostluk ve arkadaşlık hakkında hareketli bir komedi. Film orta yaşını geçen Parisli burjuva Julien’in ailesi ve yakınlarıyla ilişkisinin bir bir bozularak hayatını mahvetmelerini izliyor. Oğlu, karısı, sevgilisi, oğlunun sevgilisi, onun annesi, dostları, hep sanki Julien’in huzurunu kaçırmaya niyetlenmişler gibi, kendilerini olmayacak durumlara sokuyorlar. Karin Viard’ı Charlotte Rampling’i, Carole Bouquet’i, Jacques Dutronc’u izlemek çok keyifli.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün