“Yaşamımı bir kutuya sokmam ve kimliğimi asla saklamam!”

Hayatın renklerine dair belirli bir gustoya sahip olan insanlara hayran olmamak elde değil. Moshe Aelyon da hem eski İstanbul geleneklerini koruyan hem de yeniyi kucaklayan tavrıyla onların en nadidelerinden biri. Bill & Hillary Clinton, Paul Newman, Martha Steward, David Rockefeller gibi isimlerin yanı sıra Pepsi, LG Electronics gibi markalar için başarılı davetler organize eden Aelyon, sosyal medyada da geniş bir kitleye hitap ederek mekanlardan ilişkilere, kişisel gelişimden artık gizli köşelere sinmek zorunda kalan kültür sanat hayatına ve özlenen nostaljik dönemlere dek birçok konuda insanların ufkunu açacak paylaşımlarda bulunuyor. Aelyon ile özgürce yaşadığı kimliğini, azınlıklara dair en güzel zamanların yaşandığı eski İstanbul´u ve tabii ki aşkı konuştuk.

Zehra ÇENGİL Söyleşi
5 Ocak 2022 Çarşamba

Özgeçmişinizin ilk cümlesinde ‘tipik bir Nişantaşı apartman çocuğu olarak büyüdüğünüz’ yer alıyor. Bunun Moshe Aelyon’un hayatına getirdiği artılar ve eksiler ne oldu?

Artıları çok tabii, 64’ten 83’e kadar 19 senem Nişantaşı’nda geçti. O zaman etrafımdaki insanların tamamı benim gibi yaşıyor hissi vardı. Cemaatten de bahsedersek herkesin buluştuğu köşeler mevcuttu. Bunlar Nişantaşı, Şişli, Osmanbey, Büyükada’ydı. O yüzden tipik diyorum, yoksa hiçbir şeyim tipik değildi ve olmayacaktı. İki ailenin de büyük torunlarından olduğum için büyükanne-babalarımla çok vakit geçirdim. Ladino lisanına, eski İstanbul kültürüne şahit oldum. Yemek çok önemli bir faktördü; bu bana sofra adabından, ritüellere dek birçok şey öğretti. Sanat, kültür odaklı birçok insan Nişantaşı’nda yaşamıştır. O dönemki İstanbul mozaiği, ötekileştirmeden herkesi kabul hali sizi küçücük bir yerdeyken bile farkında olmadan dünya insanı yapıyor. Ben dezavantaj ihtimali olan korunaklı ortamı da kararlarımla avantaja dönüştürdüm. Mesela Saint Michel, Robert Koleji yerine Galatasaray Lisesine gittim. Ölçülerim her zaman çevremden ve ailemden çok farklıydı. Kendi dönemime baktığımda azınlık olarak ben vardım. Apartman çocuğu lafını kasten kullanıyorum. Orada bir şımarıklık var; onu ben ve hayat birlikte kırdık.

Azınlıkların birbiriyle uyum içinde olduğu bir İstanbul’da yetiştiniz, Kulüp dizisinde de o günlerin ne kadar renkli ve her çeşit kültürün iç içe yaşayabildiği zamanlar olduğuna dair insanlardaki özlemi tetikleyen bir dönem işleniyor. O zamanlara ve gitgide yaşanan bu kayba bizzat şahit oldunuz. Size ne hissettiriyor?

Geçenlerde birisiyle tanıştım. İsmimin Moshe olduğunu söyleyince “Gerçek isminiz mi, Kulüp’ten mi esinlendiniz?” dedi. Moshe çok klasik bir isimdir; Yahudi olduğun hemen göze çarpıyor. O mozaiği yaşadığıma minnet duyuyorum. Bu ülkede Ladino’nun konuşulduğunu bile bilmeyen gençler var. Sefarad-Aşkenaz ne demek bilmiyorlar. Benim büyükbabam da Aşkale’ye götürülmüştü. Her ülkenin, her dinin dolabında iskeletler mevcut. Geçenlerde bir takipçimden mesaj aldım; “O mozaiği yaşatmak için verdiğiniz savaş ve ne kadar Türk olduğunuzu ispatladığınız için size teşekkür ederim” diyor. Amerika’da yaşan biri önce Amerikalıdır, sonra dinler-mezhepler sorulursa konuşulur. Bizim kültürümüzde ötekileştirme var. Sünni, Alevi, Rum, Yahudi diye ayırıyorlar. Bu ülkenin çeşitlilikten çok şey kazandığını düşünüyorum. Bizde güzeli ve tarihi, köklü şeyleri yok etme durumu var; aynı azınlıklarda olduğu gibi. Hepimizin beğendiği her şey onlar tarafından inşa edilmiş. Ritüeller, rakı keyfinin yanındaki mezeler, Boğaz hattındaki balık lokantaları… Bu insanlar birdenbire gitti, bu tarih beni çok üzüyor. Bunun büyük bir kayıp olduğunu hissediyorum. Bizim gibiler dış etkenler yüzünden köşeye siniyor. Bazı insanlar gustosuz, zevksiz ve çok cahil. Bu seni ötekileştirme şeklinden de anlaşılıyor. Ben bu cahillikten daha çok korkuyorum. İstiklal’in üzerinde hiç yürüdün mü? Korkunç. Artık sanatsal, kültürel şeyler gizli köşelerde yaşanan deneyimler olmaya başladı. Halkın uyuşturulması ve çaresiz kalması büyüklerin işine gelir oldu.  İnsanların beni alkışlamasının sebeplerinden biri de cesaretim; Christiane Amanpour gibiyim. Savaş alanına girip çıkıyorum muamelesi yapılıyor. Ben yaşamımı bir kutuya sokmam ve kimliğimi de asla saklamam.

 “KÜLTÜRÜNE SAHİP ÇIKMAK İÇİN HAYATIN SENİ TOKATLAMASI GEREKİYOR!”

19 yaşınıza kadar yazlarınızı Büyükada’da geçirdiniz. Ada kültürü size hangi duyguları aşıladı?

O zamanın Cote D’azur’u gibi bir şey. Orada geçirdiğim 19 yaz sonrasında ada kültürü hakikaten benliğime işledi. Benim bipolar bir halim var, şehri ve hızlı hayatı da severim sakinliği de. Ortam yok, beni bıraksan Yunanistan’da bir adaya gidip garson da olabilirim. Geldiğimden beri de kar yığınının tepesine çıkmaya çalışıyorum. Ada her şeyin az hali, primitif hali, benim sakin tarafım. 57 sene içinde sırf bu duyguyu kaybetmemek için kendime adalar buldum. Çok hür ve rahattık. Saatlerce ebeveyn görmezdik. Oldukça modern bir dünyamız vardı. Yalın olmayı, çıplak ayaklı olmayı, denizden çıkmamayı çok seviyorum. Orada kurduğun arkadaşlıklar, geçirdiğin zaman kışın okulda yaptığın dostluklardan çok daha yoğundu. İlk öpücük, ilk flört, ilk dans oradaydı. Anadolu Kulübü başladı, Şamdan’ın DJ’i Cüneyt Kurt geldi, çok progresifti yani.

Rakılı bisküvi, lokumlu börekitas gibi lezzetler, babaannenizin matematiğe uymayan sofraları… Günümüzde yeni neslin kültürlerine sahip çıktığını düşünüyor musunuz?

Bilmiyorum, aslında kültüre sahip çıkmak ve nostaljinin sana bir şey ifade etmesi için belirli bir yaşa gelmek gerekiyor. Hatta hayatın seni biraz tokatlaması ve zedelenmen de. 18 yaşına kadar çok korunaklı bir ortamdasın, sen bunu garanti olduğu için ekstra bir şey gibi görmüyorsun. Evlenip hayatını kurduktan sonra da bunlarla ilgilenecek vaktin yok. ‘Ah, ne güzeldi’ demeye demlendikten sonra başlıyorsun. O da sanırım 40’ların sonrasına denk geliyor. Ancak pandemi bu değerleri su yüzüne çıkardı. Benim de daha fazla insana hitap etmem bu yönde; biraz pandeminin yan ürünü gibiyim.

 

“LEYLA ALATON NEW YORK’TA, BEN LOS ANGELES’TA KEMER SATARDIM!”

Yedi yaşından beri modaya tutkunsunuz. Bu vesileyle UC Santa Barbara üniversite eğitimi sonrasında Brooks College’de moda tasarımı eğitimi aldınız. Ardından mağazacılık sürecinde deneyim kazandıktan sonra kendi işinizi kurdunuz. Size modayı bırakmayı düşündürecek süreçte neler yaşandı?

Anlatacaklarım gençlerin kulağına küpe olsun. Kalbimin peşinden gidecek olgunlukta ve bilgelikte değildim. Aslında doğal olarak çok başarılı olacak bir moda tasarımcısı yetisine sahibim. Bir gönül yolculuğuna çıktım. 16 yaşında tanıştığım eşim Amerika’da ailesiyleydi. Kendimi bir çerçeveye oturttum, çevrem de öyle yaptı. Sessiz kodlarımız var. 22 yaşında evlendiysem eğer ailemin, kayınpederimin onur duyacağı şekilde eve bakmalıydım. Kariyerimi uygularken farkında olmadan tasarımcılığın yanında iş adamlığı geliştirmek zorunda kaldım. Tüccar oldum birdenbire. Leyla Alaton New York civarında kemerleri satıyordu, Los Angeles’ta ben satıyordum. O da benim gibi “Ben başaracağım” kafasındaydı. Özgür olmadığımı hissedip bir sıkışmışlık yaşadım. Ve her şeyi bırakıp davet organizasyonuna kaydım.

“DAVID ROCKEFELLER’A HAMBURGER YEDİREREK TERS KÖŞE YAPTIM”

Misafir ağırlamaya odaklandıktan sonra Bill & Hillary Clinton, Paul Newman, Martha Steward, Pepsi, GE, Miramax, NBC, LG Electronics vs gibi geniş bir portföyle çalıştınız. Bu kadar ünlü isimler adına davet ve organizasyon düzenlerken kaprislerle, krizlerle karşılaştınız mı? En panik olduğunuz anı hatırlıyor musunuz?

O isimlerle çalıştım ve bunu çok vurgulamıyorum ama Türkiye’de daha fazla kaprisle karşılaşıyorum bazen. Zor müşteriyle çalışacaksın ve bir nebze şımarık olacak, bu elindeki verilerden biri. Burada karakter ve üslup giriyor araya. İşimde çok duruş sergileyen biri oldum her zaman çünkü Nişantaşı ve Büyükada’nın bana verdiği deneyimle ben o profili çok iyi tanıyorum. Servis sektöründe müşteri her zaman haklı, bunu bilecek kadar akıllıyım.  Davet organizasyonuna ilk girdiğimde halihazırda yeni parlamaya başlayan bir iş tanımıydı. O zaman mentorluk istediğim ortamlardan hep reddedildim, çünkü bu işi yapanlar çok şımarıktı. Tam tersini yapmaya ve insanların ailesi, arkadaşları olmaya karar vererek kendime yer buldum. Bağlantılarım azimle oldu, ofis açtığımda sıfır müşteri, bir asistan ve ben vardık. PR’ın önemini 30 sene önce tespit ettim. Hakkımda 100 şey yazıldıysa 80’inde benden ‘Turkish Delight’ diye bahsederler. Hiç alakası yok aslında. Fortune 500 firmaları yakınımızdaydı, bir halkla ilişkiler uzmanıyla çalıştım ve onun sayesinde çıkan yazıyla bu firmalara gittim. Paralel olarak da bir hayır kurumuna bedelsiz danışmanlık verdim. Hala her davette panik olurum. Ben yapımcıyım aslında, bütün resimden sorumlu olmadığım projelere girmiyorum. Mükemmeliyetçi ve detaycı olup günü ya da geceyi bir senfoni gibi yönetmek lazım. O insanlar ilk girdiklerinde sakin bir şekilde etrafı algılayıp beğenmeli ve gece sonunda uçmalılar. İyi ki hala korkuyorum ve detayları üretmeden rahat etmiyorum.

Rockefeller Ailesi’nin kurduğu vakıflarından biri olan Venrock Assosiaciton’ın yılda iki kere 200 firmanın CEO’sunu bir araya getirdiği seminer ve eğlence gecesinin planını da siz yaptınız. İş hayatında bu kadar titiz olan ve binlerce insanı yöneten CEO’lar, organizasyonlarında ne gibi bir konsept ya da düzen istiyor?

Buna benzer projelerim oldu. Hep ters köşe kafasıyla çalıştım. Çok başarılı, çok imkanlı, görmüş geçirmiş insanların lüks anlayışını herkes farklı zannediyor. O insanların havyardan, şampanyadan ve bir iskemlede beş saat oturmaktan sıkıldığını biliyorum. Bunu bilerek onlara bunu vermeme taraftarı oldum. David Rockefeller her davete gelmiyordu. Rockefeller Estate’te, ilk yapacağım davete geldi. Çok büyük ters köşeler yaptım; mesela bahçede davet yapmak varken kapalı odada yaptım, kapalı havuzu açık havuza tercih ettim ama en büyük ters köşem menüyü değiştirmem gerektiğini söylediklerinde oldu. Didiklenmiş barbekü soslu hamburger vardı. David Rockefeller’a herkes haşlanmış somon veriyordur, karidesin en iyisini evinde yiyordur dedim ve onu sundum. Çok beğendi ve helikopterine binip gitti. Paul Newman davetlerde yalnız bira içer, ona birayı şişeyle verdim mesela. Bana ‘Çok şükür’ dedi. Bir gecede bir insanın hayatta kazanamayacağı paraları yönetiyor oluyorsunuz, mükemmeliyetçi olmak zorundasınız. O gece müşteriyi bile şaşırtacak bir şey yaparım, gerekirse kendi cebimden öderim asla haberi olmaz.

Sosyal medya paylaşımlarınızda da insanlara kendi deneyimlerinizden yola çıkarak bir nevi şifa vermeye çalışıyorsunuz. Mesela ‘hayır diyememekle’ ilgili yazdıklarınız ne kadar doğru, sizce birilerine kırmızı ışık yakamamak insanları nasıl etkiliyor?

Bana göre her türlü ilişki bir alışveriştir. Bunun altında da bir beklenti var aslında; ‘Ben vereyim ki, o da beni sevsin-saysın.’ Karşı tarafı vermekle kodluyorsan, bu artık onun için özel bir şey olmuyor; oksijen gibi oluyor (Zaten var). Haftada bir güzel bir yemek yaparsan mı göze çarparsın, yoksa her gün yaparsan mı? İstemediğimiz çok şeyi karşı tarafı kırmamak için yapıyoruz. Hayır demek darılmak veya ayrılmak olmamalı. Ben ‘hayır’ın iki taraf için de çok hayırlı olduğunu düşünüyorum.

“YEŞİLÇAM FİLMLERİ VE YANLIŞ BİR AŞK TANIMIYLA BÜYÜDÜM”

Bir yılbaşı sofrası konsepti hazırlarken aklınıza Ferzan Özpetek’in ‘Cebimdeki Yabancı’ filmi geliyor ve sosyal medyadan uzak bir yemek için cepler tasarlıyorsunuz. Çağımızdaki teknolojik devrimin insanların iletişimini sonsuz hale getirirken aslında sınırlıyor olduğuna ve nazar değdirdiğine inanıyor musunuz?

Sosyal medya doğru kullanılırsa çok iyi bir iletişim kaynağı, yanlış kullanılırsa feci bir şey ve korkunç zaman alıyor. Yalan bir dünya yaratıp onun bir parçası olmak çok mümkün. İnsanları özendirip onların hasetini ve nazarını da kazanabiliyorsunuz. Amerika’dan döndüğümden beri nazar adeta temam oldu. Bazen çok yakın çevremden de negatifi hissettiğim oluyor. Başkalarının beni rakı masasına meze yapmasına izin vermiyorum, gelsin de bizimle hoşsohbet yapsın denilen ortamlarda yokum. Ben bir insana ne için aşık olabilirim dersen, büyük ihtimalle sapyoseksüelim.

Yalnız mısınız şu anda? Aşkla ilgili bu kadar bilgiye sahip bir insan olarak aradığınız niteliklerde birini bulmak zor olmalı…

Hiçbir zaman yalnız değilim, ben aşk için yaşadım çok uzun seneler. Çünkü Yeşilçam filmleriyle büyüdüm ve yanlış bir aşk tanımı olduğunu düşünüyorum. 15 yaşında eski eşimle tanıştım, 22 yaşında evlendim ve 40 yaşına kadar beraberdik. Boşandıktan sonra yine aşkı takip ettim ve geldiğim nokta aşık olacak kadar aptal değilim artık. Çünkü databank çok dolu. Aşık olacağım insan doğru oturup kalkacak, akıllı olacak, yemek sevecek, beni rahat bırakacak ama üzerime düşecek, konuşmasını bilecek, lisan bilecek, spontane olacak, çocuklarımı sevecek, çocuklarım onu. Liste o kadar uzun ki, aşık olmam için hafızamı kaybetmem lazım. Biliyorum ki aslında büyük bir listeyle karşımdakinin önüne çıkmamam lazım. Bugün hayatımda hiç yaşamadığım türden bir ilişki yaşıyorum, yaklaşık on aydır. Daha özgür, kişisel alanları rahat, birlikte olmaktan keyif alıp aynı şeyleri sevmek, dürüstlük ve saygı üzerine kurulmuş iyi bir ilişkim var. Bu Yeşilçam usulü kör oldum gibi bir aşk değil ama mantık da değil. 17 sene zarfında ciddi yalnızlıklar yaşadım acıyarak ve acıtarak, sonra kendim istediğim için bunu yaşadım ve bana çok iyi geldi.

Güzel giden ilişkiniz sizi mental olarak nasıl etkiliyor, işinize de olumlu yansıyarak size enerji veriyor mu?

Tam tersini söyleyecektim, çok doğru bir soruyla devam ettin. Bu durumun tersi beni etkiliyor, yalnızlığı öğrendikten sonra karşımda bir insan benimle yemek yerken, aynı evde yaşarken frekansımız tutmadığında kendimi çok daha yalnız hissediyorum. Yalnızken aynaya bakıp “Yalnızım, bunun üstesinden gelirim” diyorum. Ama karşımda beni anlamayan, sevmeyen, saymayan birisi oturduğunda, ben onunla samimi ve sahici bir şey yaşamıyorsam “Ekonomik manada ben bu evlilikte kalsam iyi olur”, “Çocuklar için evliliğimi bozmayayım” diyen insanların, o evin içinde o kişiye bakarak çok mutsuz olduklarını düşünüyorum ve hayat çok kısa. Eskiden yanlış olsa da aşık olduğumu zannettiğim ilişkilerde enerjim korkunç tavan yapardı. Şu anda ise hayatımdaki ilişki beni dengede tutuyor. Sevgi, saygı, sürdürülebilirlik ve iletişim çok önemli. Ben çok marjinal gibi görünen gayet klasik bir insanım.

“TÜRKİYE BANA ANDA YAŞAMAYI ÖĞRETTİ”

2022 yılında insanlara bireysel ve toplumsal mutlulukları için ne önerirsiniz?

Son günlerde çok yoruldum ama içimde 2022’yle ilgili korkunç bir umut var. Türkiye bana anda yaşamayı öğretti, senelerdir Eckhart Tolle okuyup anlamıyordum. Burada buna mecbursun, sokağa çıkınca ne olacağını bilmiyorsun. Ben bununla dans etmekten dolayı rahat olmayı öğrendim. Şalom gibi sevilen, okunan, önem verilen bir gazetede yer almak bile bana ümit veriyor. Demek ki bir şeyler doğru. Açık ve pozitif olduğunuzda karşınıza beklediğinizden de iyi şeyler çıkıyor. Kendi alanımızı belirleyip, bana ne iyi geliyor sorusunun cevabını öğrenmemiz ve buna zaman ayırmamız lazım.

Yeni minik dostunuz ile ilgili de bir şey söylemek ister misiniz? Bildiğim kadarıyla sokaktan sahiplendiniz…

Biz birbirimizi kurtardık, adı Joyce. Mutluluk ve şifa demek. Bu da kendime yaptığım bir ters köşe. Kayıtsız şartsız sevgi hayattaki en büyük şifa. Bir Golden’ımız vardı, o benim hayvan olarak ilk aşkımdı. Joyce’un yüzü onun birebir aynısı sadece daha minyonu. İlk günden beri beni anormal sahiplendi. Bu ihtiyacımız olan ve artık insanlardan bekleyemeyeceğimiz bir şey. Yapabiliyorlarsa tüm insanlar bu sevgiyi yaşasınlar.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün