Elie Wiesel, dilenme ve yüzleşme üzerine

Perspektif
16 Eylül 2020 Çarşamba

Gözde Yılmaz 

Ülkemizde yaşanan ekonomik krizlerin yol açtığı gelir adaletsizliği ve de vatandaşlık hukuku/ insan hakları açmazının neticesinde, savaş mağduru sığınmacı ve mültecilerin içlerinde boğuldukları umutsuzluk, açlık ve sefalet, etrafımızda dilenen insan sayısını gün geçtikçe arttırmakta. Ülkemizde ve diğer ülkelerde ne yazık ki bu artışa karşı, dilenenleri toplumdan uzaklaştırıp, ‘toplumsal huzur’u gölgelememelerini sağlamaktan gayri bir adım atılmıyor. Dilenmenin sosyolojik ve psikolojik açılımlarının, ekonomik mağduriyet üzerinden yapılageldiği aşikâr iken, bu eylemin yüzleşme hususunda kapladığı alan es geçiliyor. Çoğunlukla, modern ‘refah’ devletlerinin gelişimi, dilenen insanların sayısına bakarak anlaşılır. Burada analize konu olan kapitalin dolaşımı olsa da, dilenmenin ‘refah’ ile oluşturduğu tezadın; geçmiş, bugün ve gelecek ile yüzleşilmesi, bunun da ‘hatırlama’, ‘eylemlerin sorumluluğunu üstlenme’ gibi hususlar üzerinden okunması daha uygun olur. 

Dilenen bize, insanın açtığı gediklerde boğulanların ender olamayacağını, insanı çağıran boşlukların daha binlercesine ihtiyaç duyacağını anlatır. Zira diğer benlikler ile etkileşim halinde olan ve kendi benliğini bu etkileşimlerin varlığı ile kurgulayan insan, bu kurgu ile artık toplumsal sorumluluğunu da üstlenmiş olur. Özneler arası evrende etkileşimde olunan yahut olunamayan her canlı,  kişinin eylemlerinden ve de aidiyetinin teşkil ettiği sistemlerden, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecektir. Fikrimce bu etkileşimi, bir dilenci üzerinden felsefi bir kurgu ile çarpıcı bir şekilde anlatan yazar Elie Wiesel, eseri de ‘A Beggar in Jerusalem /Kudüs’te Bir Dilenci’dir. 

Roman, Altı Gün Savaşı'nı takip eden günlerde Holokost'tan kurtulan David’in Kudüs şehrini ziyaret etmesini, Batı Duvarında her akşam toplanan ve kendisinin, geçmişi ve bugünüyle yüzleşmesini sağlayan dilencilerle karşılaşmasını ve de onlardan biri olmasını konu alır. Artık dilencinin (David’in) gözleri ve dudakları, zaman kavramını hiçleştirerek, yüzyılların acı hikâyelerini, yaşantılarını dile getirir. İnsanlara uzanan eli, onları da hikâyesine seyirci kılmak, acısını sağaltmak, hatta onların, hikâyesindeki bir karakter olduklarını göstermek içindir. Zira ‘ben’ diyen, her şeyi bir anda söylemiş olur; kişi diğer herkesi içinde barındırır ve ‘ben yurdu’na aldıklarına karşı sorumludur. Kitapta Haham Nachman’ın dile getirdiği gibi; bir şehir bütün şehirleri, o şehirdeki bir cadde bütün caddeleri, o caddedeki bir ev bütün evleri, o evdeki bir oda bütün odaları ve o odadaki bir kişi bütün insanları içinde barındırır. Dilencinin cepleri yüzlerle doludur; hayatta kalanların ve ölenlerin yüzleri ile. Korku onunladır; konuşmak, susmak korkusu, gözlerini açmak veya kapamak, sevilmek, reddedilmek ya da yanlış gerekçelerle sevilmek korkusu… Tam anlamıyla hayatta olmadığı gibi, ölü de sayılmaz. İnsanlar ona, kendi sorunlu varoluşlarını kusmak için yaklaşırlar. Dilenci ise insanların, kendi bedeninde geçmiş ve geleceğe tanıklık etmelerini diler. 

Elie Wiesel yaşasaydı eğer, tüm dünyada inkâr edilemeyecek boyutlara ulaşan ‘dilenmeye’ karşı kayıtsızlığı ve nefret söylemlerini, 1986 yılında yaptığı konuşmaya benzer içerikte bir cevapla eleştirirdi; “Tarafsız kalmak zalime yardım eder, mazluma asla. Sessizlik işkenceciyi cesaretlendirir, asla işkence görmeyenleri… Bazen müdahale etmeliyiz. İnsan hayatı tehlikeye girdiğinde, insan onuru tehlikeye girdiğinde, ulusal sınırlar ve hassasiyetler önemsiz hale gelir. Erkeklerin veya kadınların ırkları, dinleri veya politik görüşleri nedeniyle zulme uğradığı her yerde, o yer - o anda - evrenin merkezi haline gelmelidir." Bu ifadelerde bariz olan, aynı zamanda İnsan Hakları Derneğinin kurucularından olan Wiesel’in, insanı politik olana içkin bir canlı olarak tasavvur ediyor oluşudur. Kamusal alanda birlikte eyleyen, yerelde diyalog kuran ve agonistik bir tavırla konsensüs oluşturup yerelden merkeze sözü etkin kılan bireyler, insan haklarını temel aldıkları vakit, evrende barışı, özgürlüğü ve eşitliği olası kılacaklardır. Hikâyelerin duyulur olacağı, duygudaşlığın dilenmeye gerek kalmadan, dayanışmayla kendini var edeceği böyle bir ortam, toplumdışılaşmaya, nefret söylemlerine, aidiyetlerden doğru oluşan tehdit algılarına kapalı olacaktır. Nihayetinde Elie Wiesel’in de belirttiği üzere, süregelen adaletsizliklere kayıtsız kalınmayıp, ölüler ve yaşayanlar için şahitlik edilmelidir. Tanık olunan, bizim hikâyemizdir

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün