Geçen mevsimin en iyileri-III

Monodramalar ve Uluslararası Tiyatro Festivali izlenimlerimin ardından bu yılın en iyi yerli oyunlarını kısaca anımsayalım.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
12 Ağustos 2020 Çarşamba

Geçen sezon, beklenmedik düzey ve sayıda absürt tiyatro örneği izleme fırsatımız oldu.

Festivalin hemen ardından, yılların ötesinden gelen, 1980’lerde Boğaziçi Üniversitesinde tiyatro yapan ‘gençlerin’ yıllar sonra bir araya gelerek kurdukları ArtNiyet adlı topluluk, İonesco’nun ‘Kel Şarkıcı’sının olağanüstü keyifli ve yenilikçi bir yorumunu sahneledi.

Oyunun yöneten Kerem Kurdoğlu, kendisi de dâhil birçok kişinin oyunu Absürt Tiyatro’nun genel eğilimleri kapsamında değerlendirirken, herhangi bir sınıfın ya da bir toplum biçiminin eleştirisi olarak dar bir sınırlamaya soktuklarını ve içerdiği müthiş mizah duygusunun önemini fark etmediklerini söyleyerek, Kel Şarkıcı’ya heyecan verici, taptaze ve müthiş komik bir yorum getiriyordu. 

Kel Şarkıcı

Tiyatro Mundus, adıyla faaliyetlerini sürdüren Marmara Drama Topluluğunun, sahnelediği, Roland Schimmelpfennig’in yazdığı, Erkan Kılıç’ın yöneterek koreografisini yaptığı ‘Vor langer Zeit im Mai / Uzun Zaman Önce Mayıs’ta’, bir aşkın, bir ayrılığın ya da bir ömrün anıları olabilecek öyküsünü, Fiziksel Tiyatro ile çağrışımsal diyalogları iç içe geçirerek, kişilerle davranışları harmanlayarak, geçmişle şimdiyi aynı zamana getirerek, birbirine benzeyen fakat aynı olmayan yapboz parçaları olarak anlatırken müzikal ‘tema ve çeşitlemeler’in teatral karşılığını aradığı, dört dörtlük ekip oyunculuğunun olağanüstü bir beden hâkimiyetiyle soluk soluğa götürüldüğü bir oyundu. Tüm sanatlar gibi evrilmek zorunda olan tiyatronun, günümüzde nerelere kadar gidebileceğin gösteren, benzerine pek rastlanmayacak etkileyici bir çalışmaydı.

kumbaracı50Ömer Kaçar’ın ‘Misafir’ oyununu, Nefrin Tokyay’ın yönetmenliği ve Yiğit Sertdemir’in çevre düzeni ve dekor tasarımıyla sahnelemişti. Kaçar’ın müthiş metni, Türkiye’de benzeri çok az yazılmış üst düzey Absürt Tiyatro’nun hınzırca gerçekçi mükemmel bir örneğiydi. Ötekileştirme, kimliksizleşme ve yabancı düşmanlığı üzerine bu kışkırtıcı kara komedi, absürdün bütün saygın örnekleri gibi, anlatılması neredeyse imkânsız, ama seyretmesi ve katılınması son derece keyifli ve heyecanlı bir çalışmaydı. 

Çağıl Tekten’in yazdığı ve Emre Tandoğan yönetmenliğinde Atakan Yılmaz’la birlikte oynadığı Küçük Salon’da üçüncü sezona giren ‘Angina Pektoris’i de unutmayalım. Arada bir daktilosunun tıkırtılarını duyduğumuz yazarın, “Yazamıyor, farkında mısın?” repliğinin çağrıştırdığı tıkanıklığında, karakterlerin yaşadığı sıkıntıları kalp rahatsızlığı Angina Pektoris üzerinden seyirciye aktardığı bu çok derin ve katmanlı oyun, çok başarılı bir absürt tiyatro örneğiydi.

 

Savaşa karşı çığlık

Tabii ki, sezonda absürt olmayan birbirinden etkileyici oyunlar da vardı.

Yolcu Tiyatro sezona, ilk 2013’te seyirci karşısına çıktığı, Wolfgang Borchert'in tiyatro tarihinin en güçlü savaş karşıtı yapıtlarından, savaşa, umarsızlığa, acımasızlığa karşı bir çığlık olan ‘Kapıların Dışında’ oyununun yepyeni bir prodüksiyonu ile giriyordu. Topluluğun kurucusu Ersin Umut Güler, savaş gerçekliğini ve savaş sonrası toplumda oluşan psikolojiyi birebir yaşayan, evine döndüğünde bu yükü hâlâ içinde taşıyan bir askerin iç dünyasını irdeleyen oyunu, farklı bir dramaturgi çalışması, farklı bir dekor ve ekiple sahneliyordu. 

Topluluğun ‘Joko’da da büyük başarıyla kullandığı Digital 3D mapping, artık izleyici için sürpriz olmaktan çıkmış olsa da, bu çıkış, Tufan Dağtekin’in animasyon ve ses tasarımının çarpıcılığını azaltacağına, oyunla organik bağını daha da pekiştirerek müthiş etkileyici ve inandırıcı bir sonuç veriyordu. Bu bağlamda oyunun iki önemli hayali karakteri Elbe Nehri (Müzeyyen Durgun) ile “öteki”yi (Cenk Dost Verdi) ve Beckmann’ın kâbusunda insan kemikleriyle askeri marş çalan Alman generalini (Ersin Umut Güler) sahneye çıkarmadan sadece animasyonlarda / hayallerde bırakmak, dramaturgi açısından çok parlak bir fikirdi. Özgün metinde Beckmann’ın sirk müdürüne söylediği şarkı yerine okuduğu, “hayır” sözcüğünün leitmotiv gibi tekrarlandığı, Borchert’in ‘Hayır’ adlı benzersiz şiirinin bir bölümünün kullanılması da çok etkileyiciydi. 

Yolcu Tiyatro, Ekim 2016’daki ilk sahnelenişinin ardından bir kült oyuna dönüşmüş, iki sezon boyunca dolu salonlara oynamış olan, Roland Topor’un yazdığı, Mine G. Kırıkkanat’ın Türkçeye ‘Joko’nun Doğum Günü’ adıyla çevirdiği Joko fête son anniversaire, adlı oyununa, Cenk Dost Verdi’nin zorunlu olarak tiyatrodan uzak kaldığı süre boyunca ara verdiği oyunu, Dost Verdi’nin tiyatroya dönüşüyle geçtiğimiz sezonda, kısmen değişmiş bir kadroyla yeniden sahnelemeye başlamıştı. Efendi-uşak, ezen-ezilen ilişkileri üzerinden, vahşi kapitalizmin insanın bedenini ve aklını kontrol altına alma hırsının hınzır bir eleştirisi olduğu kadar, zayıf olanı küçük düşürerek, aşağılayarak tatmine ulaşan güçlünün iğrençliğinin de açığa çıkaran Joko’nun Doğum Günü’nü Ersin Umut Güler sahneye koyarken, ‘Tato’da keşfedip hayran olduğumuz, ‘Red Speedo’ ile beğenimizde haklı olduğumuzu kanıtlamış olan Erdem Kaynarca, hem kusursuz oyunculuğu ve beden diliyle, hem de oyun boyunca sürdürdüğü nefes kesici tempo ve enerjisiyle olağanüstü bir Joko olmuştu.  

 

Çehov’un kısa oyunları

Yiğit Sertdemir’in Çehov’un kısa oyunlarından kurgulayarak yönetmiş olduğu müzikli kabare ‘Hayalet Kumpanya’, Kumbaracı50’de sahneleniyordu. Altıdan Sonra Tiyatro ve Kumbaracı50’nin kurucu ekibinin tamamının 20 yıldan beri ilk kez hep birlikte aynı sahnede yer aldığı bu oyunda, yıllar önce bir tiyatroda belirsiz bir nedenle çıkan bir yangında, bina yanmış, yeni oyunlarının ilk provası için buluşan kumpanyanın bütün elemanları ölmüştür. Sağ kalan tek kişi, oyunun asistanı ve suflözü olan genç kız, olayın üstünden geçen 45 sene boyunca, her yıldönümünde o harap olmuş tiyatroya senede bir gün geri dönerek ekiple beraber o provayı sürdürür. Suflöz ve kumpanyanın hayalet oyuncuları, beraberce, müziğin, birlikteliğin, hüznün, kahkahanın, geçmişin ve geleceğin yolculuğuna çıkarlar. 

Sertdemir’in suflöz ile kumpanyanın Çehov’un metinlerini bağlayan öyküsüne ustanın kısa oyunlarını, bir bütünün organik elementleri gibi müthiş ustaca yediren dramaturgisi çok başarılıydı. Hiç bir yeni hikâye yama gibi durmuyor; her biri provanın bir paçasıymışçasına doğal bir şekilde ana hikâyeye bağlanıyordu. Sertdemir, kendisini de elemanı olduğu ekibinden kusursuz bir görsel, işitsel ve bedensel toplu oyunculuk elde ediyor, müzikleri ve koreografisiyle, su gibi akan temposuyla, müthiş bir danslı şarkılı gösteri oluşturuyordu. Tabii ki bu olağanüstü seyirliğin büyüleyici dünyasının oluşturulmasında kostümleri, kuklası, saç ve makyaj tasarımıyla Candan Seda Balaban’ın katkısı büyüktü. 

Bu çok başarılı sahnelemede, Ayşe Demirel’in suflözü gerçekten çok etkileyiciydi. Ancak, hem eşimle benim, hem de oyunu birlikte izlediğimiz, bizler gibi yıllardır topluluğu tanıyan arkadaşların hepsinin gözleri, bu rolün asıl sahibini, Altıdan Sonra Tiyatro’nun hasretle andığımız manevi annesi Tomris İncer’i aradı. Nurlar içinde yatsın…

En iyilere başka bir yazıda devam etmek üzere, sağlıklı seyirler dilerim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün