ALTIN PALMİYELİ FİLMLER - 3

Geride bıraktığımız mayıs ayında yapılması gereken, ancak pandemi sebebiyle ertelenen Cannes Film Festivali’nin Altın Palmiye Ödüllü son on filminden son iki yazımızda bahsetmiştik. Geriye giderek, 2009 - 2005 yılları arasındaki ödüllü filmlerle Altın Palmiye defterini kapatıyoruz.

Viktor APALAÇİ Sanat
3 Haziran 2020 Çarşamba

2009 - Beyaz Bant / Das Weisse Band

Rahatsızlık yaratan, kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler yapan Avusturyalı Michael Haneke ‘Beyaz Bant’ ile Cannes’daki ilk Altın Palmiye Ödülü’nü kazanmıştı. 1. Dünya Savaşı arifesinde, 1913’te Protestan Kuzey Almanya’da bir köyde geçen konusuyla film, öğrencilere sıra dışı cezalar verilen bir köy okulunu merkezine alıyor. Her zaman olduğu gibi nüfuz edilmesi zor, kapalı, gizemli ve soğuk anlatımını sürdüren Haneke ipucu vermekte pek cimri davranıyor.

Olayların failleri kimlerdir? Cezalandırma hakkını kendinde görenler kimlerdir? Bu soruların arkasındaki gizlenen gerçeğe, Haneke bir tül arkasından, ketumiyetle yaklaşıyor. Sinemasına hâkim olan şiddet, aile, eğitim, faşizmin kökenleri gibi öğelere sadık kalan Haneke bu filminde sosyal ve ahlaki dersler vermede ısrarlı. Nazizm’in tırmanışı yıllarında, film Hitler ve çevresinin Alman halkı tarafından neden desteklenmiş olduğunu cesaretle sorguluyor.

 

2008 - Sınıf / Entre Les Murs

Festivalin son gününde gösterilen sürpriz film ‘Sınıf’ Fransa’ya 21 yıllık bir aradan sonra Altın Palmiye Ödülü’nü getiren film oldu. Eski bir öğretmen olan François Begaudeau’nun Fransız eğitim sistemindeki tecrübesine dayanarak yazdığı romandan, Yönetmen Laurent Cantet ile senaryo yazılımına katılarak, filmin başrolünü de üstleniyor.

Ortaya son derece gerçekçi, inandırıcı, belgesel tadında bir film çıkıyor. Değişik kökenli öğrencilerin oluşturduğu ‘Sınıf’ Fransa’nın muhtelif kesimlerini temsil ettiği için ortaya sağlıklı bir toplumsal tablo çıkıyor. İsyankâr, tümü sorunlu öğrenciler üzerine disiplin uygulamada zorlanan idealist öğretmenin öyküsü, tansiyonu hiç düşmeyen bir tenis maçı heyecanıyla izleniyor. Cantet, doğaçlama oynamalarını istediği amatör oyuncularından harika bir verim almayı başarıyor.

 

2007 - 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün

Çavuşevsku döneminin bol yasaklı, baskılı döneminde geçen konusuyla , ‘4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ Romanya’ya Altın Palmiye kazandırdı. Kürtajın Romanya’da yasadışı sayıldığı yıllarda, film hamile kalan ve küçük bir kasabada kürtaj yaptırmaya çalışan genç bir öğrencinin hikâyesini anlatıyor.

Cristian Mungiu’nun senaryosunu yazıp yönettiği bu cesur ve süssüz film, neredeyse çiğ bir gerçekçilikle, istenmeyen bir eylemin bireysel sonuçları üzerinden totaliter bir toplumdaki soğukkanlı adalet anlayışını ifşa ediyor. Cristian Mungiu, fakir ve çaresiz iki genç kız, fırsatçı ve oportünist bir doktor üzerinden komünizm dönemi Romanya’sının sivil tarihine ciddi bir eleştiri getiriyor.

 

2006 - Özgürlük Rüzgârı / The Wind That Shakes The Barley

Ken Loach, Cannes’da hak ettiği Altın Palmiye Ödülüne nihayet 2006 yılında ulaştı. ‘Umut Günleri’ ve ‘Kayıp Ajanda’ filmlerinden 17 yıl sonra İrlanda sorununa dönüş yaptığı ‘Özgürlük Rüzgarı’ ile Ken Loach ve demirbaş senaristi Paul Laverty, İngiltere tarihinin bir utanç sayfasını beyaz perdeye taşıyorlar. İrlandalı köylülerin 1920 yılında başlattıkları bağımsızlık savaşının İngilizler  tarafından vahşice bastırılmasını anlatan filmde kanlı işkence sahneleri öne çıkıyor. İngiliz askerlerinin tutsak İrlandalı köylüleri konuşturmak için paslı kerpetenlerle uyguladıkları tırnak sökme sahneleri filmde uzun tutulmuş.

Cillian Murphy’nin oynadığı Damien ve ağabeyi Teddy, İrlanda Cumhuriyetçileri için omuz omuza savaşırken, barış anlaşmasının imzalanmasıyla iki kardeş ayrı saflarda yer alıyordu. Dayanışma, direniş, ihanet, özgürlük gibi temaların hakkını veren film, Ken Loach’ın yüreklere hitap eden sinema diliyle etkiliyordu. ‘Özgürlük Rüzgârı’, benzer konuyu işleyen Neil Jordan’ın biyografik başyapıtı ‘Michael Collins’i (1996) akla getiren bir film.

 

2005 - Çocuk / L’ Enfant

Belçikalı Jean-Pierre ve Luc Dardenne Kardeşler ‘Rosetta’dan altı yıl sonra Cannes’dan ‘L’Enfant’ ile ikinci Altın Palmiye Ödülü ile ayrılmışlardı. Serseri ruhlu, 20 yaşındaki Bruno ve kendisinden iki yaş genç karısı Sonia’nın hayatı, istem dışı doğan bebekleriyle değişir. Bruno bebeğini satar, Sonia çılgına dönünce ikili çocuklarını geri almaya çalışır.

İki müthiş gözlemci olan Belçikalı kardeş, toplumsal sorunlara eğilen, özgün, yaratıcı, duygu yüklü filmleriyle, insani konuları ele almaktan zengin kariyerleri boyunca yorulmadılar. Yürek paralayıcı konusuyla fakirlik, yoksunluk, çaresizlik, çıkışsızlık temalarının hakkını veren ‘Çocuk’ belgesel tadında bir film. Bruno rolünde izlediğimiz, Dardenne Kardeşlerin fetiş oyuncusu Jéremie Renier bu filmde kariyerinin en parlak kompozisyonunu çiziyor.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün