Altın Palmiyeli filmler-1

Mayıs ayını özel kılan, mayısta sinemanın kalbinin attığı Cannes Film Festivali bu yıl ertelendi.    

Viktor APALAÇİ Sanat
13 Mayıs 2020 Çarşamba

Mayıs aylarında sinemanın kalbinin attığı yer aslında Cannes’dır. Korona virüsü hayatımıza girince bu etkinlik de ertelendi. Yapılsaydı bugün festivalin ikinci gününü  yaşayacaktık. Ben bu festivalde 55. yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken, “vuslat gelecek bahara kaldı” deyip fatalist davranmak gerek. Sinema salonlarının kapalı olduğu bu dönemde, uzun yıllardır Cannes haberleriyle doldurduğum bu sayfayı boş bırakmayıp son yılların Altın Palmiyeli filmlerini hatırlatmayı tercih ettim. 

 

 

Uluslararası film festivalleri arasında birincilik kürsüsünü 71 yıldır koruyan, mayıs ayını özel kılan, basının Olimpiyatlardan sonra en çok sayıda muhabir (4600) ile izlediği etkinlik Cannes Film Festivalidir. Sinema endüstrisine büyük katkıda bulunan bu festivalin yöneticileri, yarışma için kendilerine gönderilen filmleri haziran ortasına kadar izleyip, pandeminin gidişatına göre kararlarını vereceklerini açıkladı. Sinema endüstrisine yön veren yapımcı ve yönetmenlerle yapılan istişareler neticesinde, Cannes Festivali sorumluları erteleme tarihini veya festivalin bu yıl iptali kararını açıklayacaklarını ilan edecekler.

 

2019-PARAZİT / PARASITE

Prömiyerini Cannes’da yapıp bu festivaldeki ilk Altın Palmiye ödülünü Güney Kore’ye getiren ‘Parazit’, bu başlama vuruşunun ardından aldığı 225 ödülle yıla damgasını vuran film oldu. Filmin kazandığı dört Oscar’dan ikisi En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dalında Bong Joon Ho’nun oldu. Yabancı dildeki Uluslararası En İyi Film Ödülünün yanı sıra En İyi Film Oscar’ını kazanan ‘Parazit’, Oscar tarihinde alt yazıyla izlenen ilk film oldu.

Evrensel konusuyla toplumsal hayatımıza ciddi eleştiriler getiren film, farklı sosyal sınıflara mensup iki aile üzerinden ülkesindeki çarpıklıkların altını çiziyor. Bir bodrum katında yaşayan tümü işsiz Kim Ailesinin bin bir entrika ile, farklı sahte hüviyetlerle zengin Park Ailesinde işe alınmalarını, film müthiş bir mizah üslubuyla işliyor.

Taraflara eşit mesafede durmakta titiz davranan Bong Joon Ho, komik duruma düşürdüğü burjuva ailenin bireylerini karikatürleştirirken, fakir ailenin acınacak durumda olmadığını, her türlü hileye başvuran düşük ahlaklı bireylerden oluştuğunu filminde teşhir ediyor. Filmin final sahnesindeki aşırı kanlı şiddet sahneleri için de  “şiddet,  günümüz toplumunu esir aldı” gerekçesine sığınıyor.     

 

2018-ARAKÇILAR / SHOPLIFTERS

Senaryosunu yazıp yönettiği filmle Japon Hirokazu Kore-Eda, filmografisindeki ağırlıklı aile temasına bağlılığını sürdürüyor. Filmdeki altı kişilik garip ailede ‘akrabalık bağı’ yok. Evet, tümü bir gecekonduda yaşayıp, aynı masayı, aynı yazgıyı paylaşıyor, aile gibi yaşıyor, hatta sokakta sürünen, ailesinden şiddet gören bir kız çocuğunu himayelerine alıyorlar. Düzene uymayan, yankesicilik, hırsızlık yapan, ancak mutlu olan bu garip aile için Hirakuzu, “Çocukken büyüdüğüm evde, aynı filmdeki çocuk gibi bir odam yoktu. Tecrübelerimi senaryoma taşıdım. Bu filmimde, ‘Aile olmak için aile bağlarının önemi var mı?’ diye sordum kendime. Akrabalık bağları olmayan insanları aynı evde buluşturup, normal bir aile gibi yaşattım” diyor.

Kore-Eda hayatının her döneminde farklı aile filmleri yaptı, bekârken ayrı, evlendikten sonra değişik aileleri senaryolarına taşıdı. ‘Arakçılar’daki Makyavelist ailenin bireyleri sütten çıkmış ak kaşık değiller, hırsızlık yapmadaki becerilerini yalan söylemede de, resmi otoriteleri yanıltmada da, haksız bir mirasa konma çabasında da gösteriyorlar.

Japon sinemasının efsane ismi Ozu ustadan miras kalan minimalist tarzıyla Kore-Eda, yankesici aile üzerinden, içinde yaşadığımız ekonomik modelin ahlaki sorunlarına ayna tutuyor. Film aile olmak için kan bağından çok sevginin, hoşgörünün gerektiğini vurgulayan insancıl mesajıyla beğeni kazandı. 

 

2017-KARE / THE SQUARE

Genç İsveçli Ruben Östlund’un senaryosunu yazıp yönettiği, kariyerinin dokuzuncu filmi ‘Kare’, Cannes Film Festivalinin son 30 yılında Altın Palmiye kazanan en kötü iki filminden biri. 2017’de yarışan 19 film içinde bir başyapıt olmadığı gibi, heyecan yaratan, yeni bir şey söyleyen, özgün fikirler üreten bir film yoktu. Jüri, vasatlar arasında, bu sönük seçkinin büyük ödülünü sürpriz bir kararla İsveç filmine verdi.

Jüri Başkanı Pedro Almodovar Altın Palmiye galibini ilan etmesiyle yuhalamaların alkışları bastırdığını hatırlıyorum. Aynı kaos 1987’deki Maurice Pialat fiyaskosunda yaşanmıştı. Günümüz modern sanat çevrelerinde geçen konusuyla ‘Kare’, Stockholm’ün bir modern sanat müzesinin, özgüven sahibi, yakışıklı müdürünü merkezine alıyor. Üst üste gelen olumsuz gelişmeler sonucu dengesini kaybeden bu yönetici, kapasitesini sorgulaması gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyor.

İsveç toplumunu ve burjuvazisini mercek altına alan ‘Kare’ entelektüel snobizm eleştirisine soyunuyor ve pesimist tavrıyla öne çıkıyor. Bu fazla uzun, fazla geveze filmin iki buçuk saatlik süresine katlanmanın benim için bir işkenceden farkı olmadığını hatırlıyorum. 

 

2016-BEN, DANİEL BLAKE / I, DANIEL BLAKE

Kariyerini sosyal amaçlı, işçi sınıfı ve prolertaryanın haklarını korumaya adayan, hep haksızlıkların karşısına çıkan, işçi haklarını hararetle savunan Ken Loach ‘Ben, Daniel Blake’ ile Cannes’da ikinci Altın Palmiye’sini kazandı. İrlanda Bağımsızlık Savaşından gerçekçi bir kesit sunan ‘Özgürlük Rüzgarı / The Wind That Shakes The Barley’den gelen bu ödül İngiliz ustayı ‘Çifte Altın Palmiyeli Yönetmenler Kulübü’nün sekizinci üyesi yapmıştı.

Filmde 59 yaşındaki marangoz Daniel Blake’in sosyal yardım istemek için gittiği iş arama merkezinde iki çocuklu Rachel ile yolunun kesişmesini ve ikilinin bürokrasiye karşı açtıkları savaşta birbirlerine yardımcı olmaları anlatılır. Filmin iki proleter kahramanının devletin çarkları arasındaki çaresizliğini, çıkışsızlığını izlerken, boğazınızda bir düğüm, yüreğinizde bir yumruk hissedersiniz. Ken Loach ve fetiş senaristi Paul Laverty, duygu sömürüsü tuzağına düşmeden, neo-liberalizmin getirdiği kemer sıkma politikalarının dünyamızı felaketin eşiğine getirdiğini ‘Ben, Daniel Blake’te tekrarlamayı sürdürüyorlar.

Ken Loach, Altın Palmiye’si elinde yaptığı basın toplantısında, “Kısıtlı ekonomik imkânları olan insanların sorunları ilgimi çekiyor. Seyircinin yüreğine hitap eden haksızlıkları anlatmayı, kendilerine yapılan haksızlıklardan insanların etkilenmesini istiyorum. Başka bir dünya inşa etmeniz mümkün. Umudumuzu koruyarak yeni bir dünya yaratmamız lazım. Çünkü insanlığın buna ihtiyacı var” dediğini o gece tuttuğum notlardan naklediyorum.

 

2015-DHEEPAN

Babası Michel Audiard gibi senaryo yazarı-yönetmen-yapımcı olan Jacques Audiard, Cannes’da ‘Yeraltı Peygamberi / Un Prophete’ (2009) ile hak ettiği, kendisinden esirgenen Altın Palmiye Ödülünü altı yıl sonra ‘Dheepan’ ile aldı. Film Sri Lanka’daki iç savaştan kaçıp, mülteci olarak kendine yeni bir hayat kurmak isteyen Tamil gerillası Dheepan’ın Paris günlerini anlatıyor. Kendisine iş ararken Dheepan bu süreçte gördüğü şiddet ve karşılaştığı zorluklar nedeniyle unutmaya çalıştığı Sri Lanka’daki acıları yeniden su yüzüne çıkartır.

Jacques Audiard’ın bu son derece etkileyici filmindeki başarısı, göçmenlerin sorunlarıyla ilgili bir film yapmaktan kaçınıp, merkezine ‘insan’ı alan bir film yapmasından geliyor. Elinden hiç düşürmediği şapkasıyla Cannes’ın Kapanış Galasında ödülünü almaya gelen Fransız yönetmen, “Göçmenlik elbette ki zor, meşakkatli bir şey. Yabancı bir yere uyum sağlamak, yeni bir hayat kurmak zor şeyler. Filmimde göçmenlerin biz batılılara bakış açısıyla daha çok ilgilendim” demişti.





 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün