Wolfgang Borchert yeniden Yolcu Tiyatro’da ‘Kapıların Dışında’

Erdoğan MİTRANİ Sanat
23 Ekim 2019 Çarşamba

Yolcu Tiyatro ilk kez seyirci karşısına Mart 2013’te, Wolfgang Borchert’in tiyatro tarihinin en güçlü savaş karşıtı yapıtlarından ‘Kapıların Dışında’ adlı oyunuyla çıkmıştı. Topluluğun kurucusu Ersin Umut Güler, bu 60 küsur yıllık oyuna çağcıl bir yorum getirirken, Digital 3D mapping teknolojisi ile, animasyonlarla oyuncuları iç içe geçiren, dijital teknoloji bir fon olarak değil, oyunun bir parçası olarak kullanan görsel – işitsel bir olay yaratmıştı.

Yolcu Tiyatro 2019 – 2020 sezonuna Kapıların Dışında oyununun yepyeni bir prodüksiyonu ile giriyor.

Oyunun 1921 Hamburg doğumlu yazarı Wolfgang Borchert, II. Dünya Savaşı’nın toplumda yarattığı yıkıcı etkileri ele alan ‘yıkıntı edebiyatı’nın, Heinrich Böll’le beraber en önemli temsilcilerinden biri. Savaş sırasında Rusya Cephesinde ağır yaralanmış, difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına karşın, Nasyonal Sosyalizme karşı görüşlerinden ötürü sekiz ay cezaevinde yatmış, sonrasında yeniden cepheye gönderilmiş. Çürüğe ayrılacağı sırada yeniden tutuklanarak dokuz ay daha hapsedilmiş. Savaş sonrası serbest kaldığında Hamburg Devlet Tiyatrosunda yönetmen yardımcısı olarak çalışmaya, bir yandan da kabare gösterilerinde yer almaya başlamış. İlk şiir kitabı 1946’da, ilk öykü kitabı 1947’de yayınlanmış. Sağlığının giderek bozulması üzerine, 1947 sonlarına doğru İsviçre’de yatırıldığı hastanede henüz 26 yaşındayken ölmüş. 1946 sonlarında bir hafta gibi kısa bir sürede, bağrından koparmış gibi tamamladığı tek oyunu Kapıların Dışında ve ikinci öykü kitabı ancak ölümünden sonra basılabilmiş.

Yazarının “hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” olarak gördüğü, Almancasının tam karşılığı ‘Dışarıda, Kapının Önünde’ olan ‘Draußen vor der Tür’, savaş gerçekliğini ve savaş sonrası toplumda oluşan psikolojiyi birebir yaşayan ve evine döndüğünde bu yükü hâlâ içinde taşıyan bir askerin iç dünyasını irdeleyen bir oyun. Şubat 1947’deki ilk radyo yayınında büyük başarı kazanmış, Hamburger Kammerspiele’de 21 Kasım 1947’de, Borchert’in ölümünden bir gün sonraki ilk sahnelenmesinden itibaren, tüm zamanların en önemli savaş karşıtı yapıtlarından biri olarak kabul gördü.

Üç yıl savaştıktan sonra, ölenlerin diyarından canlı, ama sakat bir bacak ve emrinde ölen 11 askerin sorumluluğuyla dönen, bunların ağırlığını kaldıramadığı için ölüm ve yaşam arasında bocalayan eski Çavuş Beckmann, ne evini, ne ülkesini, ne de insanlarını bıraktığı gibi bulur. Karısının yatağında başka bir adam vardır, her yer enkaz, herkes başkasının acılarına kayıtsızdır. İntihara yeltenip suya atladığında, Elbe Nehri bile kararlı bir anne tavrıyla azarlayarak onu reddeder. Kendini Beckmann’a “evet diyen” olarak tanımlayan, bir karşı-Beckmann olan “öteki”nin rehberliğinde bir çıkış yolu aramaya çalışan aç, yorgun ve uykusuz Beckmann’ın bütün kapılar yüzüne kapanır, bütün kapıların dışında bırakılır. Eski binbaşısından beklediği manevi desteği bulamaz, kimse iş vermez, annesiyle babasının savaş sonrası uygulanan denazifikasyon programı sebebiyle intihar ettiklerini öğrenir. Uzun bir tartışmanın ardından “öteki” de sorularını cevapsız bırakınca Beckmann tamamen yalnız kaldığını anlar. Kendisi için açık kalmış tek kapıdan geçerek yine Elbe Nehrine yönelecektir…

Ersin Umut Güler bu yeni prodüksiyonu, yine Behçet Necatigil’in çevirisinden yola çıkarak,  farklı bir dramaturgi çalışması, farklı bir dekor ve farklı bir ekiple sahneliyor. 

Topluluğun ‘Joko’da da değişik bir tarzda büyük başarıyla kullanmış olduğu Digital 3D mapping, artık izleyici için sürpriz olmaktan çıkmış vaziyette. Ancak bu çıkış, Tufan Dağtekin’in animasyon ve ses tasarımının çarpıcılığını azaltacağına, oyunla organik bağını daha da pekiştirerek müthiş etkileyici ve inandırıcı bir sonuç veriyor.

Oyunun iki önemli hayali karakteri Elbe Nehri (Müzeyyen Durgun) ile ‘öteki’yi (Cenk Dost Verdi) ve Beckmann’ın kâbusunda insan kemikleriyle askeri marş çalan Alman generalini (Ersin Umut Güler) sahneye çıkarmadan sadece animasyonlarda / hayallerde bırakmak, dramaturgi açısından çok parlak bir fikir. Bu gerçek dışı karakterlerin önceden kaydedilerek dinletilen konuşmalarının netliği ve anlaşılırlığı ayrıca tebrik edilmeye değer. Güler’in dramaturgisinin beni çok heyecanlandıran bir diğer yanı da özgün metinde Beckmann’ın sirk müdürüne söylediği şarkı yerine okuduğu, “hayır” sözcüğünün bir nakarat, bir leitmotiv gibi tekrarlandığı, sonradan öğrendiğime göre Wolfgang Borchert’in ‘Hayır’ adlı uzun bir şiirinin bir bölümü olan, benzersiz şiir.

Yönetmen Güler, metnin savaşa, kumarsızlığa, acımasızlığa karşı bir çığlık olduğunun bilinciyle, temalarını yansıtmak için farklı tarzda oyunculukları başarıyla harmanlıyor. Bir zamanlar zayıf ve hastalıklı olan, ancak son zamanlarda işleri çok iyi gittiği için semirmiş, durmaksızın geğiren cenaze servisi müdürü / ölüm / çöpçü Emre Can Sancar’ın neredeyse robot gibi her türlü duygudan yoksun oyunculuğuna karşın, her iki prodüksiyonda da Beckmann rolünü üstlenen Cenk Dost Verdi, karakterini aşırıya kaçmadan, abartmadan, ancak hissettiklerini de gizlemeyen bir duygusallıkla yorumluyor. Pervin Bağdat ve Burak Üzen ise, kadınlı erkekli bütün diğer kişilikleri neredeyse farsa kaçan abartılı oyunculuklarla canlandırarak Beckmann’la ilginç bir karşıtlık oluşturuyor ve bu karşıtlık, olayların trajik boyutunu başarıyla ortaya çıkarıyor. Bu dört dörtlük takım oyunculuğunda, özellikle, zorunlu bir aradan sonra tekrar sahnelere dönen Cenk Dost Verdi, çok etkileyici. Tüm hayali karakterlerle ve kendi canlandırdığı ‘öteki’yle diyalogları müthiş başarılı.

İçeriği ve sahnelenmesiyle yılın en heyecan verici yeni çalışmalarından biri. Mutlaka izleyin derim. 4 Kasım Baba Sahne’de, 16 Kasım Sahne Pulcherie’de ve sezon boyunca İstanbul sahnelerinde.

Pangea Yapım ve Tatlı Ekşi Tiyatro’dan My Romantic History / Aşk Geçmişim’

“Mezun olana dek doğru dürüst biriyle tanıştın, tanıştın. Olmadı, çalıştığın yerdeki bir salakla evlenirsin. Bu kadar basit. Hayvanları tutsaklıkta üremeye nasıl zorlarlar bilir misin? Aynı kafese tıkarlar.”

‘Aşk Geçmişim’, 1980 doğumlu Glasagow’lu Daniel Craig Jackson’un yazdığı bir anti-romantik komedi. D.J.Jackson, birkaç kısa oyunun ardından Borderline Theatre Company için kaleme aldığı ‘Stewarton Üçlemesi’ ile çok sayıda ödül kazandı. Üçlemenin ardından prömiyerini 2010 Edinburgh Fringe Festivalinde yapmış olan ‘My Romantic History’ İskoç Fringe Birincilik Ödülünü aldı.

Erdem Avşar’ın nefis Türkçesiyle ‘Aşk Geçmişim’ adıyla çevirdiği oyun Pangea Yapım ve

Tatlı Ekşi Tiyatro’nun ilk prodüksiyonu olarak 15 Ekim’den itibaren sahnelenmeye başladı.

‘Aşk Geçmişim’, kurumsal bir şirkette işe giren Tom ile aynı şirkette çalışan Amy’nin kırık dökük aşk yaşamlarını dinamik ve mizahi bir üslupla ele alan müthiş düzeyli bir komedi.

Eli yüzü düzgün, kendinden emin Tom, geceyi iş çıkışında bir şeyler içtiği Amy’nin evinde ve yatağında bitirdiğinde, fazla istekli bulduğu genç kadının olayı bir ilişkiye çevirmesi sebebiyle panikleyerek, pasif direnişle olaydan sıyrılma yoluna girer.

Oyunda anlatıcı-oyuncu olarak olayları hem yaşayan hem de izleyicilere anlatan Tom’un çabaları tam bir tıkanmışlığa ulaştığında bu kez Amy öyküyü kendi bakış açısından anlatmaya başlar. Amy, Tom’un alaycı ve sinik davranışlarının aslında kırılganlığını gizleyen bir paravan olduğunu, kendi olabildiğince sevecen davranma çabasının da ruhunun katılığını gizlemek için olduğunu söyler.

Aslında, ilişkinin yürümeyişi ikisini de aynı derecede kırılgan ve acılı olmasındandır. Tom ve Amy ilk aşklarını unutamamışlardır ve karşılaştıkları hiç kimse anılardaki sevgililere denk değildir.

Bu iki yalnız kalp için, eski ilişkilerinin hayaletlerinden kurtulmak, yaralarını sarıp gerçek aşka ulaşmak, kendi hayatlarının ve başkasının hayatının sorumluluğunu taşımak, mümkün olacak mıdır? Jackson, teatral bir mutlu son yerine, gerçek hayata çok daha yakın bir finalde, “belki” diyerek bitirir oyununu.

Oyunu Sıla Karaca ile Seda Saçlı’ın iki katlı işlevsel dekorunda müthiş bir tempoyla yöneten Tuğrul Tülek, bu mizah yönünden müthiş zengin eğlenceliği sahnelerken, oyuncularının dört dörtlük performanslarından destek alıyor. Bununla da yetinmeyerek, Gizem Erdem’in tempoyu daha da hızlandıran olağanüstü koreografisini oyunla bütünleştirerek, bitmez tükenmez enerjisiyle kıpır kıpır bir müzikli, danslı güldürü oluşturuyor.

Kendileri dışında çok sayıda farklı karakteri canlandıran Şebnem Bozoklu, Rıza Kocaoğlu ve Melisa Doğu, müthiş bir üçlü oluşturuyor. İlk kez sahnede gördüğüm Melisa Doğu, yaşamı düzgün giden tek karakter Sacha dışında oyunun farklı erkek karakterlerini de başarıyla yorumluyor. Şebnem ile Rıza’yı izlemekse başlı başına bir olay. Oyunda otuzlarında, gerçek yaşamlarında ise kırk yaşına gelmiş olsalar da, yirmili yaşların hiperaktif temposu ve enerjisiyle karşımızdalar.

Bu zorlayıcı günlerde insanın içini açan, sezonun en keyifli oyunu olmaya aday çok iyi bir güldürü. Rıza’nın dur durak bilmeyen, atlayan zıplayan beden diline eşlik eden müthiş oyunculuğu için bile birkaç kez izlenmeye değer.

24, 31 Ekim ve sezon boyunca Uniq Hall’de. Hepinize iyi seyirler.

 

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün