Papu ve yaya

Tilda LEVİ Köşe Yazısı
27 Temmuz 2016 Çarşamba

Hiç tanımadığım rahmetli dedemin lisanlara olan yatkınlığı çevresindeki herkes tarafından bilinirdi. Dokuz lisanı ana dili gibi konuşurmuş. Üniversite mezunu oluşundan o kadar etkilenmemiştim de öğrendiği dillere gıpta etmiştim. Muhakkak ki öğrenmek için gayret sarf etmişti, ama sanırım Tanrı vergisi bir yetenekti onunkisi. Nitekim yıllar sonra bu yetenek ailede onun adını taşıyan torununa geçecekti.

Aslında vurgulamak istediğim konu, geçmişten günümüze eğitim düzeyi yükselmesine karşın, öğrenilen lisan sayısında giderek düşüş görülmesidir.

Dedemle anneannem çocuklarına Türkçe’nin yanı sıra evde Almanca konuşurlarmış. İkinci Dünya Savaşı çıktığında dede Almanca konuşmayı yasaklamış. Ve ikinci lisan olarak Fransızca devreye girmiş. Tabii evdeki eğitimin çok önemli bir parçası, çocukların birer müzik aleti çalmasını bilmeleriymiş. Zira sanat, görgü düzeyinin bir göstergesiymiş.

***

 Gelelim yetişip büyüdüğüm döneme… Annemle babamın evinde de ikinci lisan geleneği devam etti. Fransızcayı çok doğal bir şekilde öğrendim. Bunun için de ebeveynlerime hep müteşekkir oldum. Çocukların duymaması gereken bir konuyu babam kayınvalidesi ile Almanca, annem ise anneannemle Judeo-Espanyol dilinde konuşurdu. Sanırım Judeo-Espanyol’un temelini o gizemli sohbetlere borçluyum.

Ortaokul ve liseyi İngilizce eğitim veren bir okulda tamamlarken iki büyük pişmanlığım oldu. Ermenice ve Rumca’yı öğrenmemiş olmak. Yıllar boyu hem yaz, hem kış evlerine gittiğim Ermeni arkadaşım vardı. Zamanla cevap veremesem de konuşulanları anlamaya başladım. Okuldan sonra yollarımız ayrıldı. Lisan da kullanılmadıkça zaman içinde unutulup gitti. Rumcaya gelince doğma büyüme Adalı olup kozmopolit bir çevreye sahip olmamak mümkün değildi. Kulak dolgunluğu bile yeterliydi. Ayrıca günlük yaşamda ihtiyaçlarımızı gören esnafın çoğu Rum’du. Evlendikten sonra geçtiğimiz yazlık evin sahipleri ‘papu’ ve ‘yaya’da pratik yapmamıza vesile oldular. Sonra tıpkı Rumca gibi herkes bir bir göçüp gitti.

***

 Bir lisan öğrenirken, farkına varmadan onun kültürüne de vakıf oluyorsunuz. Bunun bazı traji-komik yansımaları da oluşabiliyor. İlkokulda Hayat Bilgisi dersinde kavramakta zorlandığım bir konu, aile bağlarıydı. Baldız, görümce, bacanak vs gibi sözcükleri hiçbir zaman yerine doğru oturtamadım. Zira Fransızcada söz konusu terimler için sadece iki kelime kullanılıyordu.

Çocuklarım büyürken ne yazık ki azmedip onlara ‘havadan’ kapabilecekleri ikinci bir lisan öğretmedik. Okulda edindikleri İngilizce ile günümüz gençlerinin çoğu gibi, sadece iki lisanla kaldılar. Tabi okul sonrası farklı lisanları öğrenme çabaları olduysa da ne onlar ne biz büyük dedelerine erişemedik. Tıpkı benim gibi bugün de çocuklarım baldız, görümce, bacanak sözcüklerinde karmaşa yaşarlar.