Yaşam her daim önceliklidir

Dalia MAYA Köşe Yazısı
18 Temmuz 2016 Pazartesi

Yaşam her zaman önceliklidir. İnsan, yapısı gereği -yolun sonunun ölüm olduğunu tüm hücrelerinde bilse dahi- yaşam her daim önceliklidir. Aslında her gün yeniden ölür ve yeniden doğar insan. Her gün hücrelerinin bir kısmı ölür, yerine yenileri doğar. Sekiz yıllık bir süreçte, tüm hücreleri yenilenir. Yaşamın önceliği minimum kritik sayıda hücrenin ölen hücrenin yerine yerleşmesi sayesinde gerçek olur. Sistem bu gerçeklik üzerine kurulmuştur. Nefes alabildiği sürece insan, yaşam önceliklidir. İçgüdüsel olarak korur kendini olası tehlike ve kazalardan. Yaşamaktır çünkü asıl hedef. Öte yandan düşünmeye de programlı bir beyni vardır insanın. Daha iyi bir hayatı özler. Mikro düzeyde de makro düzeyde de daha iyi bir hayatı. Öncelik mikro düzeyde daha iyi bir hayat kurmaktır. İçinde yaşadığı şartlara göre gelişmeye çalışır. Zira evren gelişmek üzere yaratmıştır insanı. Buraya kadar her şey tam da yaradılışına uygundur.

Sonrası? Sonrası bir tiyatro. Hangi pencereden bakıyorsa, o pencerenin sahnesinde oynar insan yaşam oyununu. Baktığı pencere ne kadar darsa o kadar kısıtlı ve sabit fikirlidir. Sabit fikirli olduğunca da açıktır manipülasyonlara, başkalarının oyununda figüran olmaya ve kendi alanını koruyabilmek için barbarlaşmaya. Şansı olur da, fark ederse görüş açısının dışında da bir yaşam olduğunu, belki seçer duvarları kırmayı, penceresini genişletmeyi. Zordur duvarları kırmak. Kendinle çatışmayı gerektirir. Ama genişlettikçe penceresini, doğru bildiklerinin içindeki karanlığı görmeye başlar. Karanlıktan aydınlığa bakmak yorar hem gözleri hem yüreği. Seçim kendisinindir yine de: kolay yolu seçip perdesini kapatıp karanlığa geri dönebileceği gibi, gözlerini acıtan varlığına rağmen bir ışık savaşçısı da olabilir insan.

Her karanlık günde hatırladığım 100 maymun deneyi var, son günlerde sosyal medyada çok dolaşıyor.

Japonya’daki Koshima Adasında vahşi bir maymun kolonisi yaşıyordu ve bilim adamları onları kumların üzerine bıraktıkları tatlı patateslerle besliyorlardı. Maymunlar tatlı patatesleri seviyor, ancak kumlu ve kirli olarak yedikleri için durumlarından çok da hoşnut olmadıklarını belli ediyorlardı.

Bir gün, İmo adlı sekiz aylık dişi bir maymun patatesini suya düşürdü ve kumlarından arınan patatesin daha lezzetli olduğunu keşfetti. Artık patateslerini yıkayarak yiyecekti. Zaman içinde İmo’yu gören diğer maymunlar da birbirlerini taklit ederek patateslerini yıkayarak yer hale geldi ve bilim adamları yaşananları 1952-1958 yılları arasında kayda geçtiler. Buraya kadar her şey normal.

Ancak, 1958 yılında 100.maymunda bir sıçrama yaşanıp aynı anda çevre adalardaki maymunlar da patateslerini yıkayarak yemeye başladılar, hatta Japonya’nın anakarasındaki Takasakiyama da bile...

Onca maymun bilinen hiçbir şekilde iletişim kurmuş olamazdı ve bilim adamları ilk kez böyle bir olayı gözlemliyorlardı.

Bilim insanı Rupert Sheldrake bu durumu Doğanın Alışkanlıkları Teorisi ile açıklıyor. Bu teoriye göre, genel kanının aksine, doğanın düzeni sabit kanunlardan daha fazla gelişen alışkanlıklar sayesinde yönetilmekte. Rupert, Morfik Rezonans olarak da adlandırdığı doğanın alışkanlıkları teorisini, teorik fizikçi Lee Smolin’in Time Reborn isimli kitabında anlattığı öncelik  prensibi (bir şey bir kere olmuşsa bir daha olabilir) üzerine geliştirmiş. Buna göre doğada bir kere oluşan bir şey kolaylıkla kendiliğinden tekrarlanabilir. Sheldrake, hafızanın beyinde değil dışarıda olduğunu, beynin ise sadece frekansını ayarlayarak bir reseptör gibi çalıştığını iddia ediyor. Böylelikle bilgi kritik kütleye ulaştığında farklı yerlerde kolaylıkla açığa çıkıyor.

Mesele kritik kütleye ulaşmaksa eğer, yaşamda neyi değiştirmek istiyorsak seçim de demek hep bizim: Kara deliğin bizi emerek çekmesini mi bekleyeceğiz yoksa ışık savaşçısı mı olacağız?

 

Meraklısına not:
Rupert Sheldrake’in konuşmasını ingilizce olarak ekli link’ten izleyebilirsiniz http://www.sheldrake.org/videos/the-habits-of-nature-how-the-light-gets-in-festival