Yapay sınırlar ve sonuçları

Skyes-Picot Anlaşması 100 yıl önce 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalandı. Sınırların 1. Dünya Savaşı sırasında bu anlaşma ile müttefikler tarafından gizlice belirlenmesi, günümüzde Ortadoğu’da yaşanan şiddet ve istikrarsızlığın temel nedenidir.

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
18 Mayıs 2016 Çarşamba

Tam yüz yıl önce, 16 Mayıs 1916 tarihinde, ünlü ‘Skyes-Picot Anlaşması’ imzalandı ve Ortadoğu’nun haritası cetvelle çizilen düz çizgiler ile belirlendi. Rusların da katıldığı ve bölge halklarından habersiz tam bir ‘gizlilik’ içinde sürdürülen görüşmeler sonucunda varılan mutabakat metnini Fransa adına François Georges-Picot, İngiltere hükümetini temsilen de Mark Skyes imzaladı.

Her iki diplomat da sömürge yönetiminde yetişmiş, bölge halkının emperyalist güçlerin yönetimi altında daha iyi koşullarda olabileceğine inanan aristokratlardı. Her ikisi de Ortadoğu’ya dair derin bilgi sahibi idiler. En azından resmi tarih böyle yazar veya genel kanı budur.

 Oysa yeni gösterime giren Werner Herzog’un yönettiği ‘Queen of the Desert’ (Çöl Kraliçesi) filminden sonra İngilizlerin Ortadoğu politikasının kurucusu ve planlayıcısının, hatta Irak devletinin sınırlarının belirleyicisinin Nicole Kidman tarafından canlandırılan Gertrude Bell olduğunu öğreniyoruz.

Yazar, gezgin, arkeolog, araştırmacı olan Gertrude Margaret Lowthian Bell,  1897 ve 1902 yıllarında iki kez dünya turuna çıktı.1899 yılında Kudüs’e yaptığı ziyaretten sonra Araplara karşı büyük bir sevgi ve ilgi duymaya başladı. Arap çöllerinde seyahatler yaptı ve batılılara çöl hayatını anlatan yazılar yazdı. Araplar ona ‘Çölün Kızı’ ve ‘Irak’ın Taçsız Kraliçesi’ isimlerini verdiler. Filimde Kral Faysal’a yakın tarihte bir devlet sahibi olacakları haberini Bell verir.

Ben şahsen Arap Ayaklanmasını başlatan kişinin, sinemada Peter O’Toole’un canlandırdığı arkeolog ve casus Thomas E. Lawrence olduğunu bildiğim halde ondan oldukça daha etkin tarihi bir kişilik olan Gertrude Bell’den bihaber olduğumu söylemeliyim. 

Anlaşma uyarınca Fransa, Suriye ve Lübnan’ın, İngiltere ise Irak ve Filistin’in kontrolünü ele aldı. Ancak bölge halkı Arapların bilgisi dışında imzalanan bu paylaşım planı başlangıcından itibaren sorunlar yarattı. İlkin yapay bir şekilde Ürdün Suriye’den koparıldı. Ardından Lübnanlı Katoliklerin baskısı sonucu bu bölge de Suriye’den ayrıldı. Tabi en önemli anlaşmazlık Filistinliler ile Yahudiler arasında yaşandı. Bölgede ayaklanmalar, savaşlar hiç eksik olmadı; Lübnan iç savaşı, İran- Irak Savaşı... Hafız Esad, oğlu Beşar Esad, Saddam Hüseyin gibi ortaya çıkan acımasız diktatörler…

Denebilir ki, ‘Skyes-Picot Anlaşması’ ile sınırların 1. Dünya Savaşı sırasında müttefikler tarafından paylaştırılması günümüzde bu bölgede yaşanan şiddet ve istikrarsızlığın temel nedenidir. Savaşın yarattığı karmaşanın ortasında alelacele yürütülen müzakerelerde varılan anlaşmanın ilkeleri bugün halen Orta Doğu’yu etkilemeye devam etmektedir.

‘Sykes-Picot’, bölgeyi mezhepler temelinde bölme eğilimindeydi. Örneğin Lübnan’ı başta Marunîler olmak üzere, Hıristiyan ve Dürziler için sığınacak bir liman olarak gördü. Ancak İsrail’in de desteklediği Falanjistlerin yenilmesi ile Lübnan’ın önemli bir bölümü Şii destekli Hizbullah’ın eline geçti. Yaratılan yapay sınırlar, sahadaki mevcut mezhepsel, aşiretsel veya etnik ayrımlarda karşılığını bulmadı. Mezhep farklılıkları sonucu İran Şiileri, Türkiye Sünnileri, Rusya da Kürtleri destekledi.

Ve IŞİD ‘Skyes-Picot’un sonunu ilan etti. Fiilen iki devlet altı parçaya bölündü ve bu bölünmenin de kalıcı olacağı anlaşılıyor. Özellikle büyük devletlerin askeri müdahaleleri sonrasında istikrarlı bir yönetim kurulamazken, dış etkenlerin geri çekilmeleri ile de Yemen, Irak, Suriye ve Libya’da olduğu gibi anarşi ortamı ve kargaşa hâkim oldu.

*** 

Şu anda ise Avrupa ülkeleri bu kargaşa ortamının yol açtığı sığınmacılar sorunu karşısında günahlarının vebalini ödemek yerine, bedelini insani amaçları ön planda tutan Türkiye gibi ülkelerin sırtına yüklemeye çalışmaktalar.

Ve ne yazık ki sığınmacılar sorunu sadece Orta Doğu’da değil Afrika ülkelerinde de yaşanmaktadır. Son olarak Kenya, çoğu Somali’den kaçan 600 bin göçmenin barınaklarını kapatacağını ve sığınmacıları iade edeceği tehdidinde bulundu. Kenya, bu göçmenleri kamyonlara bindirip çölün ortasında bırakabilir mi? Aslında bu tehdit duyarsız davranan Avrupa’ya karşı bir yardım çığlığıdır. Avrupa 3 milyon göçmen ile ne yapacağını bilmezken Afrika ülkelerinde 20 milyon göçmen yaşamaktadır.

Sudan, Kamerun ile Çad’ın durumları da Kenya’dan farklı değil. Göçmenler yüzünden sızmalar olduğu, terör eylemlerinin önünün alınamadığı, İslamcı olduklarını iddia eden ‘Boko Haram’, ‘El-Şebab’, bölgemizde IŞİD gibi silahlı örgütlenmelerin göçlere neden oldukları ve bu göçmenlerin ülkelerin dengelerini bozduğu, suç oranını artırdığı, salgın hastalıklara neden olduğu ileri sürülmektedir.

Ancak bu görüşleri genelleştirmek ve her göçmene bu türden etiketler yapıştırmak doğru değil. Özellikle Afrika kıtasında Kenya yolu ile İspanya ve oradan da Avrupa ülkelerine geçmeye çalışan mülteciler iklim sorunlarının yarattığı kuraklıktan, susuzluk, açlık ve iç savaşlardan kaçmaktadırlar. Terörün özellikle ekonomik olarak zayıf noktalarda nemalandığı bilinmektedir.

Afrika’da milyonlar öldüğünde ilgisiz kalan Avrupa, şimdi bu göçmenlerin kıtaya ulaşmaya çalışmaları karşısında panikliyor. Keza Orta Doğu’dan gelen sığınmacı akını karşısında da benzer bir tutum sergileniyor. Soruna global ve insani çözüm arayışlarının bir an önce sonuç vermesi gerekiyor.