“Yok hükmünde”

Her halükarda laiklik sadece diğer inançlara saygı olarak algılanamaz. Hele hele ‘hoşgörü’ gibi terminolojiler ile hiç açıklanamaz.

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
4 Mayıs 2016 Çarşamba

Geçtiğimiz hafta, AİHM Büyük Dairesi, Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın beraberinde 202 kişi ile birlikte Alevilere ve diğer inanç gruplarına kamu hizmeti verilmesi yönündeki taleplerinin Başbakanlık tarafından reddi ve kararın da Danıştay tarafından onaylanması üzerine yaptıkları başvuruyu değerlendirdi. Mahkeme, Alevilerin hukuksal statülerinin olmaması nedeniyle dini özgürlük haklarını fiilen kullanamadıklarına ve bu nedenle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. ve ayırımcılığı yasaklayan 14. maddelerinin ihlal edildiğine karar verdi.

Davanın yedi yargıçlı daire yerine, kararları nihai olan –temyizin mümkün olmadığı- 17 yargıçlı Büyük Daire’de görülmüş olması ayrıca önem taşımaktadır. Hukuksal bağlayıcı niteliğe sahip bu kararın Türkiye’de uygulanışı ile ilgili denetim sürecinin üç ay içinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi önünde başlaması beklenmektedir.

Strasburg Mahkeme Kararının diğer önemli ve dikkati çeken yönü ise sadece Aleviler yönünden değil, devletten kamu hizmeti alamayan tüm inanç grupları yönünden örnek oluşturmasıdır.

Son ara, her ne hikmet ise gündeme taşınan ve ‘militan laik’,  ‘gerçek laik’ veya ‘dindar anayasa’ tartışmalarına değinecek değilim. Hukuk hocalarımın bana öğrettiği laiklik, din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıdır. Aynı tanımlama Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde de yer alır. Uluslararası anlaşmalarda ise bu konseptin oldukça genişletildiğini ve dini özgürlüklerin daha kapsamlı şekilde yorumlandıklarını görmekteyiz.

Her halükarda laiklik sadece diğer inançlara saygı olarak algılanamaz. Hele hele  ‘hoşgörü’ gibi terminolojiler ile hiç açıklanamaz.  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin birinci maddesi, din ve kanaatlerin bireysel ve toplu olarak açıklama özgürlüğünü güvence altına almaktadır. Kolektif boyutu ile din özgürlüğü, dini gruplar açısından belli bir örgütlenme özerkliği ve ‘hukuki kişiliğin’ tanınması hakkını da beraberinde getirmektedir.

Nitekim İnsan Hakları Komitesi’nin 20 Temmuz 1993 tarihli ‘Observation générale’inde (Genel Gözlem); din özgürlüğünün sadece ibadet özgürlüğünü değil bunun dışında pek çok değişik eylemi de içerdiği ifade etmektedir. Örneğin bayram ve tatil günlerine saygı gösterilmesi, yiyecek yasaklarına uyulması, dini törenlerde özel giysilerin giyilmesi, farklı bir dilin kullanılması, dini görevlilerin eğitilmeleri ve seçilmeleri, ibadet yerlerinin inşa edilmesi, dini seminer ve okulların kurulması gibi.

Türkiye’de bu gerekliliklerin yerine getirilmediği söylenemez. Ancak dini liderlerin seçimlerinde olduğu gibi düzenleyici belgeler ile kurallara bağlanmayan, idarenin takdir yetkisine göre şekillenen uygulamalar, kimi zaman ne gariptir ki laiklik kaygıları ileri sürülerek tanınmamıştır. Bunun yanı sıra azınlık cemaatlerinin kurumsallaşmaları, benzer taleplerin İslami kesimden de gelebileceği endişesi/mazereti ile kabul edilmemiştir. 

Böylece Müslüman olmayan cemaatlerin ‘tüzel kişiliği’ ve ‘temsili’ sorunu hep gündemdeki yerini korumuştur. Ülkemizde farklı inanç gruplarının ve hahambaşılık, patrik gibi ruhani makamların tüzel kişilikleri bulunmamaktadır. Bu durum gerek Venedik Komisyonu’nun ilkeleri, gerekse yukarıda aktardığımız ve AİMH’nin yerleşik içtihatları doğrultusundaki kararı göz önünde bulundurulduğunda, değişik inanç gruplarının tüzel kişiliğinin tanınmamış olması hem örgütleme özgürlüğünün hem de din ve vicdan özgürlüğünün ihlali anlamına gelmektedir.

 Galatasaray, Ankara ve Bilgi Üniversitelerinde düzenlenen ve üç ayrı konferansta sunulan tebliğ ve konuşmaları bir araya getiren ‘Yok Hükmünde’ adlı başucu niteliğindeki kitapta durum şöyle özetlenmektedir:

Kişilik, hukukta ‘var olmak’ demektir. Gerçek ya da tüzel kişiliğiniz yoksa hukuk âleminde yoksunuzdur. Hakkınızı arayamaz, dava açamazsınız. Yaptığınız hiçbir şey, hiç kimseyi bağlamaz”.

Uygulamada gerek cemaat liderleri, gerekse dini liderler hükümet nezdinde gerekli saygıyı görmektedirler. Ancak tüzel kişiliklerinin bulunmaması nedeniyle Müslüman olmayan cemaatlerin örneğin nefret suçlarına karşı mahkemelerde dava açma haklarının bulunmaması kabul edilemez. Uygulama ile hukuk sistemi arasındaki uyumsuzluğun giderilmesi, ülkenin demokratikleşmesi yönünde de önemli bir adım oluşturacaktır.