Kadınlara pozitif ayrımcılık mı?

Her şeyin bir zamanı vardır. Bu aralar benim için sinema zamanı. Artık TV’de hiçbir ilginçliği kalmayan tartışma programlarını, hatta inandırıcılığını yitiren farklı bakış açılarını yansıtamayan günlük haberleri ve özellikle dizileri izlemekten tamamen vazgeçtim.

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
10 Şubat 2016 Çarşamba

Bir yandan aynı anda gösterime giren Oscar adayları arasında yer alan filmleri, diğer yandan uzun yıllar Fransız Cinémathèque’inin kurucusu Henri Langlois’nın yardımcılığını yapan dostum Jak Şalom’un düzenlediği, Türk Sinemateğinin 50. yılı vesilesi ile Kadıköy Belediyesi ve Boğaziçi Üniversitesi ile birlikte sinema tarihinin en iyi 50 filminin gösterimini -çoğunu önceden görmüş olsam da- kaçırmama telaşı içindeyim.

Sinemaya ‘yedinci sanat’ denmesi boşuna değildir. Çünkü bu sanat dalı müziğinden, oyun ve görüntüsüne sanki tüm diğer sanatların bir bileşimidir, belki de bu nedenle çağımızda en çok izleyicisi ve seveni olanı.

Her ne kadar ‘Kadınlar Günü’ mart ayında kutlanıyorsa da ben senenin her günü kadın haklarının arkasında durulması gerektiği inancı ile izlediğim filmlerden Sarah Gavron’un yönettiği ‘Suffragette’i şiddetle öneririm, vizyondan kalktı ise DVD’sini alın veya Popcorn’dan indirin. Olay kadınların çocukları hakkında hiçbir söz hakkına sahip olmadıkları, fabrikalarda erkeklerden çok daha düşük bir ücret ile ve fazla mesai yaptırılarak köle gibi çalıştırıldıkları, ufak kızlara tecavüzün sıradan karşılandığı demokrasinin beşiği -ilginç olan da bu-  1912 yılı İngiltere’sinde geçiyor. Filimde kadınların oy hakkını elde etmek için verdikleri olağanüstü mücadele güçlü bir şekilde anlatılıyor. 

Filmde çok az görünen ve Meryl Streep’in canlandırdığı Emmeline Pankhurst feminizm hareket çerçevesinde WSPU örgütünü kurar. Şiddete karşı çıkar ancak zamanla hareketin yöntemi gittikçe radikalleşir, yangınlar çıkarılır, bombalı saldırılar düzenlenir ve bu yüzden Emmeline Pankhurst birçok kez tutuklanır. 3 Nisan 1913 tarihinde Pankhurst, Maliye Bakanı David Llyod George’un villasına yapılan bomba saldırısının azmettiricisi olarak üç yıl hapis cezası alır. Bu karar kadın hakları savunucularının polis ile sokak çatışmalarına girmelerine neden olur, eylemciler tarafından resmi kurumlara ölü kediler bırakılır, posta kutularına asit dökülür, dükkânların camları indirilir, toplu taşıma araçlarına zarar verilir. Başbakan Herbert Asquith gibi önemli devlet yetkililerine saldırılar düzenlenir.

Film Carry Mulligan tarafından canlandırılan bir fabrika işçisi Maud’un dramı üzerinden aktarılır. Başlangıçta hiçbir ideolojik alt yapısı bulunmayan, harekete katılmayı ret eden Maud giderek kendini ön saflarda bulur, bu nedenle kocası tarafından evinden atılır ve çocuğu elinden alınır. 

Olaylar, 1 Haziran 1913 tarihinde Epsom’da düzenlenen at yarışında, kralın atının önüne atlayan, ağır yaralanan ve kısa bir süre sonra ölen Emily Davison’un cenazesi ile doruk noktasına ulaşır. Cenazeye on binlerce kadın beyaz giysileri ve siyah bantları ile katılırlar. Hareket ilk kez birçok gazetede manşet olur.

Filmin sonunda kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınan ülkeler sırasıyla siyah ekranda yer almakta; 1917 Rusya, 1918 Avusturya, Almanya, Polonya, 1920 USA,1932 Brezilya, 1934 Türkiye, 1944 Fransa, 1945 İtalya, 1949 Çin, Hindistan, 1953 Meksika, 1971 İsviçre, 1974 Ürdün, 1976 Nijerya, 2003 Katar, 2015 Suudi Arabistan.

Türkiye’nin Fransa ve İtalya’nın önünde yer alması gurur verici. Bunu Atatürk’ün devrimlerine borçlu olduğumuzu unutmayalım. Oysa ne yazık ki ülkemizde aradan bunca yıl geçmesine rağmen, kadına karşı şiddet oranı, gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında oldukça yüksek. Özellikle varoşlarda şiddete maruz kalan kadınların oranı yüzde 97’lere kadar çıkıyor.

Kadınlar kültürel düzeyleri ne olursa olsun fiziksel ve cinsel şiddet başta olmak üzere, tacizler, fuhşa zorlanma, zorla evlendirmeler, töre cinayetleri, eğitim özgürlüğünün kısıtlanması gibi yasa dışı uygulamalara maruz kalmaktadır.

Günümüz Türkiye’sinde Bağdat Caddesinde cinsel saldırıya uğrayan bir genç kız hakkında hala; “O saatte orada ne işi var?” diye sorulabiliyorsa yasaların değil, zihniyetin değişmesinin ne denli önem taşıdığını bir kez daha anlıyoruz.

 ‘Suffragette’ (Diren), ülkemizde kadınlara hakların nasıl alındığını göstermesi, erkeklerin de bundan ‘ders’ çıkarmaları açısından bir eğitim filmi olarak gösterilmelidir. Belli kontenjanlar ayrılarak ve sözüm ona pozitif ayrımcılık yapılarak dünyanın yarı nüfusunu oluşturan kadınların hakları sağlanmış olunmaz.