Evrimsel hümanizm ve Holokost

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1 Kasım 2005’de, 104 devletin katılımı ile aldığı karar uyarınca,  Auschwitz ölüm kampının kurtarıldığı 27 Ocak tarihi, ‘Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma Günü’ olarak ilan edildi

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
27 Ocak 2016 Çarşamba

Bu karar önerisinin sunucularından olan Türkiye, antisemitizmin ve her türlü ırkçılığın insanlık suçu olduğu ve bu suça karşı kararlılıkla mücadele edilmesi gerekliliğini onayladı.

Geçen yıla kadar Türk Yahudileri tarafından kendi bünyelerinde gerçekleştirilen anma etkinlikleri, 2015 yılında ilk kez, Ankara’da Bilkent Üniversitesi’nde düzenlendi. Törene katılan dönemin TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in konuşmasında; “İsrail hükümetinin son zamanlarda Kudüs’ün statüsünü zorlayan, Mescid-i Aksa’ya ve Kudüs’e yönelik saldırıları, saygısızca tutum ve davranışları bölgede kanayan bir yara olmaya devam ediyor” şeklindeki günün anlamına ters düşen sözleri oldukça tepki toplamıştı. Yine geçtiğimiz sene CHP Bursa Milletvekili Aykan Erdemir’in; “Anma töreni gelecek yıl Meclis’te yapılsın” yönündeki oldukça iyimser önerisine rağmen, bu yıl da aynı uygulamaya devam ediliyor, anma etkinliği devlet temsilcilerinin de katılımı ile Ankara Üniversitesi’nde düzenleniyor.

Dileğim tarihin gördüğü en büyük insanlık suçuna karşı iktidar ve muhalefetin aynı duyarlılığı sürdürerek, ‘Uluslararası Holokost Anma İttifakı’nın (IHRA) gözlemci üyesi olan Türkiye’nin, Müslüman çoğunluğa sahip tek tam üye statüsüne geçmesidir.

2005 yılında, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün, ‘Yad Vaşem’ Holokost Müzesi ziyaretine ben de katılmıştım. Gazeteciler, fotoğrafçılar, kameralar, protokol, kalabalık Türk heyeti… İsrailli yetkililerin müzeye ilişkin açıklamaları havada kalıyordu. Aynı izlenimi dönemin Türk Musevi Cemaati Başkanı Silvyo Ovadya da edinmiş ve bu konuda bilgilendirme yönünde kapsamlı bir çalışmanın yapılmasının zorunluluğunu öngörmüştü.

O yıllarda bir köşe yazımda, Gözlem Gazetecilik tarafından yayımlanan  ‘Tanıklık Etmek - Yad Vaşem’de Holokost’u Anma’ kitabının mevcut bir eksikliğin giderilmesi açısından belge niteliğinde son derece önemli bir yapıt olduğuna değinmiş ve yaygın bir şekilde dağıtımını öngörmüştüm. Bu tür yayınların geniş kitlelere ulaştırılması hala aynı önemi taşımaktadır. Özellikle 70 yıllık telif hakkının düşmesinden sonra Almanya’da bile ilk günde yok satan, Türkiye’de 30 kez yayınlanan, ‘Kavgam’ın yeniden vitrinlerde yer alabileceği kaygısını taşıdığımız bu dönemde...

Yirminci yüzyıla üç kitap damgasını vurdu; Marx’ın Kapitali, Mao’nun küçük Kırmızı Kitabı, Hitler’in Kavgamı… Her üçü de on milyonlarca kişinin ölümüne neden oldular.

Günümüzde hâlâ, Hitler denilen tarihin bu en acımasız canavarı örnek olarak gösterilebilirken, ortaya koyduğu çarpık ideolojisinin simgesi gamalı haç fütursuzca kutsal mekânlara çizilebilmektedir. 10 Nisan 2013 tarihli bir başyazımda aktardığım Kavgam’ın yazılışının öyküsünü yeniden özetleyelim: 

Führer, 9 Kasım 1923’de Münih’te hükümeti devirmek için ‘Birahane Darbesi’ diye anılan girişimde bulundu, ancak ordu ve polisin desteğini almayınca  beş yıl hapis cezasına çarptırılarak Landsberg Hapishanesine kondu. İsteri krizleri içinde, yetkilileri, koşulların iyileştirilmemesi durumunda intihar etmekle tehdit etti.

Hitler’in görüşlerinden derin şekilde etkilenen hapishane müdürü Otto Leybold, kendisine her türlü konfora sahip bir oda tahsis etti, taraftarlarının ziyaretine gelmelerine izin verdi.

Artık eyleme geçmenin zamanı gelmişti; Hitler’in bir daktilo makinesi, kâğıt, kalemler, karbon kâğıdı ve yazı masasına gereksinimi vardı. Nasyonal Sosyalist Parti’nin önemli destekçilerinden ve Deutsche Bank Müdürü Emil Georg von Stauss kendisine son model bir ‘Remington’ armağan etti. Hitler, mahkûm olduğu beş yıl yerine dokuz ay sonra hapishaneyi terk ettiğinde bavulunda sayfalar dolusu daktilo ve el yazması vardı. Ancak bunlar imla ve cümle hataları ile dolu, başı sonu belirsiz karalamalardan ibaretti. Haftalar boyunca on iki kişilik bir ekip düşüncelerine dokunmaksızın metnin düzenlenmesi için çalıştı.

Ancak yine de Kavgam son bir kişinin katkısı olmasaydı çekmecede kalmaya mahkûmdu. Bu kişi o sıra otuz beş yaşında olan, partinin gazete ve bültenlerini hazırlayan yayınevinin sadık editörüydü. Editör, Führer’i kitabın ilk ismi ‘Yalanlara, alçaklığa karşı dört yıllık mücadele’ başlığını bir yumruk kadar çarpıcı ‘Mein Kampf’’e dönüştürmeyi başardı.

Peki, Führer’in bu sadık editörü kimdi? Max Aman… Megilat Ester’de yer alan ve Yahudi soyunu yok etmek isteyen Aman’ın adı bir kez daha karşımıza çıkıyordu. Kafaları bulandıran bir rastlantı değil mi?

İnsanlığın geleceği açısından yüzde yüz sahiplenmemiz gereken tarihin dehşet verici bu sayfasına, Holokost’a pek çok yazımda değindim, konuya ilişkin pek çok kitap ve yazı okudum. Yine de bu vahşete yol açan nedenleri kavramakta aciz kaldığımı itiraf edeyim.

İlginç bir yorum da Yuval Noah Harari’nin ‘Hayvanlardan Tanrılara Sapiens’ adlı kitabında yer alıyor: “Liberal hümanizm gibi sosyalist hümanizm de tektanrıcı temeller üzerine kuruludur. Tüm insanların eşit olduğu fikri tüm ruhların Tanrı önünde eşit olduğu biçimindeki tektanrıcı görüşün modernize edilmiş halidir. Geleneksel tektanrıcılığa bağlı olmayan tek hümanizm mezhep, en ünlü temsilcisi Naziler olan evrimsel hümanizmdir.”

Tarihçiye göre Nazilerin temel hedefi insanlığın bozulmasını önlemek ve üstün insana doğru evrimleşmesini desteklemekti. Bu yüzden, insanlığın en ileri biçimi Aryan ırkının korunması ve bozulmuş Homosapiens’ler olan Yahudi, Çingene, eşcinsel ve zihinsel engellilerin yok edilmeleri gerekmekteydi. Bu denli basit…

Darwinci evrim mantığından kaynaklanan, ilk bakışta ilginç de görünse bu açıklamalara katılamıyorum. Ve ne yazık ki günümüzde, Hitler’e karşı verilen savaştan 70 yıl sonra, bilimsel olarak Nazilerin ırkçı teorilerinin alaşağı edilmesine rağmen hala dünyada Faşizmin ayak sesleri duyuluyor.