İkinci Dünya Savaşı’nda Monopoly

Sunay AKIN Köşe Yazısı
18 Kasım 2015 Çarşamba

İkinci Dünya Savaşı’nın en ateşli günlerinde, İstanbul Boğazı’ndaki Altınkum Plajına iki ceset vurur… Cesetlerden biri Alman, öteki ise bir Rus subaydır…

Karadeniz’deki bir çatışmada ölen iki askerin cansız bedenleri dalgalar üstünde taşınır ve savaşta tarafsız bölge olan İstanbul’a ulaşır. Plaja gelen Rus ve Alman konsolosluğunun görevlileri birbirlerinden uzak dursalar, aralarında soğuk rüzgârlar esse de, kıyıdaki cesetler sarmaş dolaştır… Her iki tarafın tam ortasında, ölü iki insanın bedeni düşman değil de, yıllardır karşılaşmamış iki eski dost gibi birbirini hasretle kucaklamış haldedir.

Ruslar ve Almanların bakışlarında görünmeyen mermiler uçuşmaktadır havada... Böylesine gergin bir ortamda her iki tarafta subaylarını almak için kıyıya yürümüş, cesetleri birbirinden çözmeye çalışırken, tüm bu olup biteni denizdeki kayığının içinden seyreden Rum balıkçı Aleko seslenir: “Heeey! Ayırmayın onları… Görmüyor musunuz yahu, onlar kardeş olmuşlar!”

Aynı dönemde, Berlinliler siren sesi duyar duymaz sığınaklara koşmaktadır. Kente düşen bombaların korkunç sesiyle sığınakta birbirine sarılan insanlar arasında bir genç kız ders çalışmaktadır. Kızın adı Jale İnan’dır ve arkeoloji eğitimini tamamlamak için Berlin’i terk etmemiş, savaşın ve açlığın ortasında bitirme tezini hazırlamaktadır.

Düşen bombaların etkisi öylesine güçlüdür ki, her seferinde sığınağın tavanından taş ve toprak parçaları dua eden insanların üstüne düşmekte, bu can pazarı içinde genç kız da, sarsıntıdan sönmesin diye bir elini ders notlarını aydınlatan mumun alevine siper etmektedir.

Sonunda bir Alman kadın Jale İnan’ın soğukkanlılığına isyan eder: “Nasıl bir insansın sen? Böyle bir durumda nasıl ders çalışabiliyorsun?”

Başını arkeoloji kitabından kaldıran Jale İnan, II. Dünya Savaşı’nda söylenen ama hiç bilinmeyen şu anlamlı söze imza atar: “Hanımefendi, sizin gibi bağırmakla bombaların yer değiştireceğine inansaydım, şu an en çok ben bağırırdım!”

İkinci Dünya Savaşı’nda, İngiliz istihbarat örgütü ‘MI 9’, Almanlara esir düşen askerlerini kurtarmak için son derece zeki bir plan kurar. Masa üstü oyunları üreten John Waddington’a Monopoly oyunları yaptırılır. Oyun kutuları, İngiliz esirlerin ailelerinin kurduğu dernekler tarafından esir kamplarındaki yakınlarına gönderilir. Almanlar, esirlerin oyun oynamalarını destekliyordu, çünkü oyunun başına toplanan İngiliz askerler sayesinde günler sorunsuz geçiyordu.

Naziler, esir kamplarındaki İngiliz askerlerin masa üstü oyunlarının yanında, futbol oynamalarına da izin verir. Auschwitz bölgesindeki esir kampında İngiliz esirler aralarında kurdukları İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Galler takımlarıyla her pazar maç yaparlar. Galler takımının kalecisi Ron Jones, nasıl bir oyuna alet olduklarını ‘Auschwitz Kalecisi’ kitabında yıllar sonra şöyle itiraf eder: “Bir propagandaya alet oluyorduk. Maç öncesi çekilen fotoğraşarda gülüyorduk. Bu Almanların hoşuna gidiyordu ve fotoğraşarla kamplarda her şeyin yolunda gittiği yalanına bizi alet ediyorlardı. Kızıl Haç da bu durumu raporlarına yazıyordu. Futbol, gerçekleri gizlemek için büyük bir paravan olarak kullanılıyordu.”

1981 yılında çekilen, Pele, Bobby Moore, Deyna ve Ardiles gibi gerçek futbolcuların da rol aldığı ‘Zafere Kaçış’ filminde futbol, esir kampından kaçış planı için kullanılsa da, gerçekte tam aksi, kamplardaki işkenceyi, kötü koşulları, zulmü göstermemek için Ron Jones’un dediği gibi bir paravandı. Filmde, esirlerin kurduğu takımın kalecisi Sylvester Stallone penaltı kurtarır ama kaleci Ron Jones, kamplarda futbola izin verilmesiyle Faşizm’in oyunlarına nasıl alet edildiklerini günışığına çıkarır.

Oysa esir kamplarından kaçış planlarında futbol topu değil, masa üstü oyunları başroldedir. John Waddington’un İngiltere’deki Leeds kentindeki fabrikasında üretilen on binlerce Monopoly esirlere dağıtılmak üzere kamplara gönderilir. Naziler, masa üstü oyunlarıyla esirleri uyuşturduklarını sanırken, kutuların içlerindeki gerçek haritalar, kaçış planları, pusula ve paralar İngiliz askerlerin eline geçmiştir bile!

Auschwitz Toplama Kampı’ndaki Andzia ve Wladyslaw Spiegelman çiftinin öyküsü ise, dünyanın en çok okunan bir çizgi romanına konu olacaktır.

Spiegelmanler, toplama kampına götürüleceklerini anlayınca, beş yaşındaki oğulları Rysio’yu teyzesinin yanına gönderir. Kamptan kurtulan şanslı insanlardan olan çift, çocuklarını geri almak istediklerinde acı gerçeği öğrenirler: Andzia’nın kardeşi Yahudi oldukları öğrenilince yakalanacakları korkusuyla ailesini ve Rysio’yu zehirlemiştir.

Spiegelman çifti yeni doğan erkek çocuklarına Arthur İsadore adını verir. Ama Arthur, adını zaman içinde ‘Art’a çevirir.

Art Spiegelman, yirmi yaşına geldiğinde annesi intihar eder. Art, önce ırkçılık karşıtı bir çizgi romanda Afrikalıları fare, Ku Klux Klan üyelerini de kedi olarak çizmeyi düşünür. Sanatçı sonradan annesinin ve babasının da içinde olduğu, Yahudi soykırımını anlatan bir hikâyede karar kılar. Bunun için babasıyla uzun süren röportajlar yapar. 1992 yılında Pulitzer Ödülünü kazanan ‘Maus’ adlı çizgi roman böyle doğar.

Art Spiegelman, kahramanlarının fareler ve kediler olduğu ‘Maus’u çizmeden, babasından annesinin toplama kampında yaşadığı acıları anlattığı günlüklerini ister. Babasının, annesi intihar edince günlükleri yaktığını öğrenince de haykırır: “Sen bir katilsin.”

Çizgi roman dünyasının vazgeçilmez hayal kahramanları olan fare ve kedi arasındaki en başarılı öykü olan ‘Maus’u okurken, Erich Fried’in dizeleri hiç gitmez gözümün önünden:

Fare

Fare kapanında

Ölü bir kedi

Gördüğünden bu yana

Devrim planları yapmakta