Tarih tekerrür eder mi?

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
17 Eylül 2015 Perşembe

Tarihçi değilim. Tarihin bir bilim olduğunu düşünüyorum. Bir tarih sevdalısı olarak yıllardır kıyı köşe bulduğum, kendimce güvenilir saydığım yazarların geçmişte olup bitenlerle ilgili incelemelerini, kitaplarını olabildiğince derinlemesine okurum. Kimileri görüşlerimi etkiler, kimileri endişelerimi tetikler. Sebep sonuç ilişkilerini kurmak adına, geçmişteki olayların günümüzdeki iz düşümlerini anlamak adına, bugün dünyada gelişen olayların gelecekte üreteceklerini tahmin etmek adına, beni heyecanlandıran bir bilimdir tarih.

Yaşanan her süreç kendine özel konumu içinde değerlendirilir. Dolayısı ile tekerrürden ibaret bir tarih yoktur esasında. Ancak insan faktöründen kaynaklanan değişmezler vardır ki parametreler ne kadar oynak olsa da, tarih takipçilerini hiç yanıltmazlar, yüzlerini kara çıkartmazlar. Toplumsal davranışlar coğrafyadan coğrafyaya, zamandan zamana farklılık gösterse de, tekil insanın düşünceleri, yaklaşımları dalgalanma göstermez.

Bu tespitleri yapıp kenara koyduktan sonra, bazı nüansları adlandırmak için geçmişte yapılan siyasete bakmakta fayda var.

Adolf Hitler 1933’te Alman siyasi kadrolarının beceriksizliği yüzünden aradan sıyrılarak başbakan oldu. Kendisine göre Almanya’yı ileri götürmek için salt başbakan olmak yetmiyordu. Kayıtsız şartsız erki elinde tutmak gerekiyordu. Yani lider / führer olmak gerekiyordu. Şahsına selam durulan bir kişilik olmak gerekiyordu. Ancak o zaman halkın kurtarıcı babası olunabilirdi.

İktidara çıkışından hemen sonra meclisi yaktı. Propaganda öylesine kuvvetli yapıldı ki yangın komünistlerin, sosyalistlerin, kendisine muhalif olanların üzerine yıkıldı. Partiler yasadışı ilan edildi. Almanya’nın ilk toplama kampları onları ağırladı.

Daha sonra, kendisine set çekeceğine inandığı dava arkadaşlarını tasfiye etti. Aralarında Nasyonal Sosyalist davaya yol açan, zemin hazırlayan milis liderleri de vardı, ideologlar da. Zaaflarını biliyorlardı, ona rakip çıkabilirlerdi. Çıkarttığı özel yetki yasaları ile mahkemelerin icraatına ipotek koydu. Sapla saman birbirine karışmaya başladı. Toplumda referans kayması oluştu. Eğriler doğru olarak değerlendirilir oldu.

Irkçılık yasal zemine taşındı. Başa gelen tüm felaketlerin bileti Yahudilere kesilir oldu. Yahudi toplumdan soyutlandı. Geçmişi silindi, geleceğine el kondu. Kitapları yakıldı, evleri, dükkânları yerle bir edildi. İnsanlar bunu seyrettiler. Belki onaylamadılar ama ses de çıkartmadılar. Yahudilerin sürülmeleri, öldürülmeleri sıradanlaştı.

Batıdakileri yenmek, onları devre dışı bırakmak için doğudaki ile ittifak kurdu. Herkes şaşırdı, bu nasıl olur diye. Ancak Stalin de sağlam pabuç değildi. Nazilerle Sovyetlerin çıkarları ilk ve son kez buluştu.

Ülkesini “daha çok yaşam alanı için” savaşa soktu. Daha büyük bir Almanya için, bin yıl sürecek Reich için. İşler iyi gittikçe coştu, coştukça hırsına yenik düşmeye başladı. Tek karar alan olmaya başladı. Kimsenin sözünü dinlemez oldu. Tek bilen, doğruyu bilen oydu. Öylesine bir narsizm sergiler oldu ki, Nazizmi bir din, kendisini de yeni bir düzen kurmak için Almanya’ya Tanrı tarafından gönderilen bir kurtarıcı olarak görmeye başladı. Şakşakçıları buna çanak tuttu. Başarıları filmlere, kitaplara konu oldu. Evlenen gençlere Kavgam hediye edilmeye başlandı. En çok satan kitap, buram buram düşmanlık kokan, hiçbir edebi değeri olmayan bir kitap oldu, hem de Goethe’nin Almanya’sında.

Sonra sıra sonun başlangıcına geldi. Kurmaylarının uyarılarına aldırmadı. Etrafına yeni şakşakçılar topladı. Her cephede gerilemeye başlamasına rağmen, kaprisleri uğruna yüz binlerce genci ölüme gönderdi. Paranoya geliştirdi. Etrafına etten duvarlar ördü. Korku davranışlarına egemen oldu. Yiyeceklerini bile kontrol ettirmeye başladı. İlaçsız şuradan şuraya gidemez hale geldi. Yarattığı azametin içinde gitgide yalnızlaştı. Köşeye sıkıştıkça saldırganlaştı.

Ve sonunda intihar etti. Yanında birkaç saat önce evlendiği karısı vardı. Yanında simgelediği güce taparcasına âşık Magda Göbbels, eşi Propaganda Bakanı Josef Göbbels ve uykularında zehirledikleri çocukları vardı. Bir de sonu hakkında hâlâ kesin bir şey bilinmeyen Martin Bormann ile içinde bulunduğu bunkeri savunmakla görevli SS’ler ile bir-iki idari personel vardı.

Bunker bir zamanlar kendisi için inşa ettirdiği heybetli Yeni Başbakanlık Binasının altında bir yerlerde idi. Berlin’in, bir zamanlar Nazi birliklerinin defilelerine ev sahipliği yapmış geniş caddeleri, meydanları yıkıntı içindeydi. Almanya’nın gerisi de öyleydi. Bitmişti. Tükenmişti.

İntihar ettiğinde nasıl bir ruh hali içindeydi? Alman halkının geride kalanı, hakkında ne düşünüyordu? Bölünmüş bir hayata mahkûm edilen nesiller onu nasıl anıyorlardı, kim bilir?