Kavimler Göçü’nün (yaklaşık) 1650.yılı

Ne kadar geçmişe bakarsan o kadar ileriyi görebilirsin...Winston Leonard Spencer-Churchill

Sami AJİ Köşe Yazısı
17 Eylül 2015 Perşembe

MS 4. yüzyılın başlarındayız. Ren Nehrinin batısından2 Atlantik Okyanusunun kıyılarına, tüm Akdeniz havzası ve Ortadoğu’nun önemli bölümü, Roma hâkimiyeti altındaydı. Bu geniş coğrafya altında yaşayan milletler ‘Pax Romana’ tanımıyla tarihe geçen, hukuki ve sosyal sistem altında belirgin bir huzur ve refah seviyesinde varlıklarını sürdürmekteydiler.

Daha da önemlisi, Roma donanması tüm Akdeniz ve Ege Denizinde korsanları tamamen sindirmiş ve ticaretin güven içinde yapılmasını sağlamıştı.

Aynı dönemde, Ren Nehrinin doğusunda bazı hareketlenmeler gözlendiyse de, sınırda yerleşmiş bazı Germen kabilelerine özerklik verilerek sükûnet sağlanmıştı. Tamamen bağımsız hareket edebilen bu kabileleri Roma’ya bağlayan tek yükümlülük, Roma lejyonlarında askerlik yapmalarıydı.

Ancak, 4. asrın ikinci yarısına gelindiğinde, Roma, belki de farkında olduğu ancak çapını öngörmediği bir baskıyı hissetmeye başladı.

Aral Gölü ile Hazar Denizi arasındaki bölgede yerleşmiş Hunlar, Çin’den gelen baskıya dayanamayarak, Don ile Volga arasındaki bölgelere kaymaktaydılar.

Don ile Volga arasındaki geniş ve çok verimli topraklarda ise, çoğu Germen asıllı olan Vizigotlar, Ostrogotlar, Burguntlar, Vandallar ve Germen olmayan Slavlar yaşamaktaydılar.

Hunların baskısına dayanamayan bu milletler kitle halinde Batı Avrupa’ya göç etmeye başlayınca, Roma lejyonlarının artık yapabilecekleri bir şey yoktu.

Tarihi olarak çok kısa bir süre içinde, İtalya, Fransa, Avusturya, İspanya, Britanya adası ve Fas, Roma’nın ‘Barbar’ olarak nitelediği bu toplulukların eline geçti. O ülkelerde yerleşik halklar ve özellikle Keltler ya yok edildiler ya da belli yörelere sürüldüler.

Artık Avrupa’da Yunan-Roma medeniyetine dayanan yaşam tarzı yok olmuş ve asırlar sürecek bir belirsizlik ve kaos dönemi başlamıştı. Tarihçiler bu hadiseleri Orta Çağın başlangıcı olarak kabul ederler.

Nitekim Roma İmparatorluğu önce ikiye ayrılmış (MS 395) ve daha sonra (MS 476 ) Batı Roma yıkılmıştı.

Derebeylik (feodalite) rejimi bu istilalar sonucu ortaya çıkmış ve gelişmişti. İstilacılara karşı tamamen savunmasız durumda kalan köylüler, kendilerini koruyabileceklerine inandıkları, her kişi ve kurumun egemenliğini isteyerek kabullenmişlerdi.

Aynı anda, barbar kavimler arasında Hristiyanlık hızla yayılmıştı. Özellikle Germenler Hristiyanlığı kabul ederek, Orta Çağ Avrupa’sına damgalarını vurmuşlardır.

Bunun sonucu olarak, Orta Çağ Avrupa’sında, kilise büyük güç kazanmıştı. Buna dayanarak da teoloji temeline dayanan Skolastik düşünce Avrupa’da yayılmıştı.

Bu gelişmelerin tabii neticesi olarak da, barbar kavimlerin önce birbirleriyle ve daha sonra aynı kavimlerin Romalılar ve onların hâkimiyetinde bulunan yerel topluluklarla kaynaşması ile etnik yapısı tamamen değişmiş yeni Avrupa milletlerinin yaratıldığını görmekteyiz.

Avrupa’nın bu karanlık çağdan kurtulabilmesi için takriben 1000 yıl beklemesi gerekmişti.

Tarihin şu garip tecellisine bakınız ki Batı, medeniyet çizgisini,  yine Avrupa kıtasının doğusunda (Anadolu’da) gelişen olaylar sayesinde yakalamıştır.

Bilhassa Fransız tarihçiler ‘renaissance’ (yeniden doğuş) diye adlandırılan, çağın başlangıcını Fatih’in İstanbul’u fethettiği 29 Mayıs 1453 olarak kabul etmektedirler. Gösterdikleri gerekçe ise hem ilginç hem de düşündürücü.

Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kiliselerinin birleşmeleri tüm gayretlere rağmen akamete uğrayınca, ‘şehrin’ düşmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Hele Rumeli Hisarı’nın inşası her türlü ümidi yok etmişti.

Bu gelişmeler üzerine, Bizans’ın bilginleri ve bilge adamları, kendilerine güven içinde yaşayacakları yerler aramaya başlarlar. Onlara ilk olarak ve önemli imkânları da sağlayarak, davet eden şehir Floransa3 oldu.

Floransa o dönemde ünlü tüccar Medici ailesinin4 fiili kontrolü altındaydı. Mediciler muhtelif seyahatlerinde Bizans’ın üst tabakalarıyla temaslarda bulunmuş ve onların ‘bilgi’ seviyelerinden çok etkilenmişlerdi. Bu daveti tereddütsüz kabul eden Bizans bilim adamları (kütüphaneleriyle birlikte) bu şehre yerleştiler.

“Rönesans Floransa’da başlamıştır” sözleri herhalde bu gerçeklerin bir özetidir kanaatindeyim.

Bu yazıyı, neredeyse son beş yıldır ülkemizde ve son aylarda Avrupa’da yaşanmaya başlayan, Suriye, Irak, Afgan, Libya, Pakistan mültecilerinin yarattığı veya yaratabileceği sorunları düşünerek kaleme aldım.

Ancak dengeli sağlıklı ve mantıklı bir şekilde yönetilebilirse, bu krizin belki de yeni fırsatlar yaratabileceğine inanıyorum.

 

 

 

1 “Ne kadar geriye bakarsanız ileriyi o derecede öngörebilirsiniz.”

2 Ren Nehri İsviçre’den doğar, Lüksemburg, Fransa’nın kuzey doğusu, Almanya’nın batısından geçerek Hollanda’da denize dökülür. Asırlar boyunca doğu ve batı Avrupa arasında tabii bir sınır çizmiştir. 

3 Floransa o devirde küçük bir İtalyan şehir devletidir.

4 Medici Ailesi ile Osmanlı ve özellikle Fatih Sultan Mehmet ile aralarındaki yakın ilişkiler gerçekten çok şaşırtıcıdır. Ayrı bir araştırmanın konusunu teşkil eder.