Yaralı ruh

Terör, kötülük, adaletsizlik, duyarsızlık ve cehalet hiç bir gelişmiş ülkede görülemeyecek yoğunlukta olunca ruhlarımız iyice kapanıyor ve kararıyor, bireysel mutsuzluklara gölge düşürürcesine. Zira bu yaralı ruhlar, normal ve istikrarlı bir ülkede nefes almak istiyor. Lakin tek bir sığınacağımız güvenli liman var.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
26 Ağustos 2015 Çarşamba

Bir aydır ülke olarak yaşadığımız olağanüstü gergin günlerin, yeniden başlayan terörle gencecik yaşlardaki askerlerin arkalarında onca sevdiğini öksüz bırakıp hayata veda etmelerinin yarattığı acının veya onlarca gencin salt yardım için toplandıklarında neyin intikamı olduğu bile anlaşılamayan bir şekilde yok edilmelerinin ızdırabının, siyasetçilerin anlamsız ve hiç bir işe yaramayan tutum ve söylemlerinin ve her şeyden önce yaşamı değil de ölümü yüceleştiren kadim kültürün sonuçlarının ağırlığını kaldıramaz hale geldi örselenmiş ruhlarımız.

Bir okurumun, ‘bir makaleniz umut verirken, bir diğeri umutsuzluk aşılıyor’ yorumu aslında ne kadar da doğru bir teşhisin sessiz isyan sözcükleri aslında.

Evet, yazılarımız da ruh halimizin en çıplak durumunun yansıması olarak, bir türlü düzlüğe çıkamayan bu toprakların gel-git’leri ile mayalanmış vaziyette kalemlerimizle buluşuyor. Zira kimimizin ruhları kendimizden çok etrafımıza endeksli yaşıyor bu memlekette.

Ateş düştüğü yeri yakıyor, doğrudur. Bir yerlerde henüz gün yüzü görmemiş kimi insanımız terörün mağduru olarak ansızın hayatı terk ederken, bu toprakların aynı havasını soluyan, aynı suyunu içen bir başkaları ise bir pop konserini izleme adına asgari ücretin üç katını verecek kadar kendi dünyalarında yaşayabiliyorlardı. Bu son söylediğim suçlamaktan öte, dünyaya yabancılaşmış post modern insanoğlunun çareyi sadece kendi dalına tutunmaktan başka bir yolu kalmadığını göstermek adınaydı sadece. Kötülükle, Şeytanla uğraşmaktan vazgeçen insan olabildiğince kendi hayatına odaklanmaya çalışırken bu kaostan ancak bu yolla kurtulmanın çabası içinde debeleniyor. Etrafında neler olup bittiğini sadece film şeridinde olduğu gibi izliyor. Vicdanına perde çekerek yaşamaya devam etmek istiyor.

Lakin kimimiz bunu da başaramıyor zira vicdanlardaki duyarlılık katsayısının büyüklüğü izin vermiyor etrafla ilgilenmemeye ve dertlenmemeye. Dolayısıyla onlar için mutsuzluk genel durum, mutluluk istisnai oluyor, bu ülkede özellikle.

Sigmund Freud’e göre insanoğlu üç farklı yönden gelen acı çekme ve dolayısıyla mutsuz olma tehdidiyle karşı karşıyadır. İlki, bizzat insanın kendi bedeninden kaynaklanan ve bir süre sonra yok olup gitmeye mahkûm olan ağrılar ve acılardır.

İkincisi ise dış dünyadan kaynaklanan ve bunaltıcı ve acımasız yıkımlarla daha da şiddetlenen acılardan doğan mutsuzluktur. Freud, üçüncüsünün ise, insanlarla aramızdaki bireysel ilişkilerden kaynaklanan acılarla ilintili mutsuzluk olduğunu ileri sürer ki, bu sonuncusunun diğer ikisine oranla en ızdıraplı acılar olduğunu iddia eder. Freud, genelde haklı tabii ki; örneğin aşk acısı çeken insanın yaralı ruhu etrafında olup biten kötülüklere, adaletsizliklere karşı alabildiğince duyarsızdır, ilgi alanına bile girmemektedir.

Ancak Freud’un mutsuzluk yaratan faktörler sıralaması maalesef kimimiz için geçerli değil Türkiye’de.

Terör, kötülük, adaletsizlik, duyarsızlık ve cehalet hiç bir gelişmiş ülkede görülemeyecek yoğunlukta olunca ruhlarımız iyice kapanıyor ve kararıyor, bireysel mutsuzluklara gölge düşürürcesine.

Zira bu yaralı ruhlar, normal ve istikrarlı bir ülkede nefes almak istiyor.

Bu solmuş ruhlar, siyaseten ülkenin düze çıkmasını ve siyaset erbabının egolarını terk edip ülkenin son milli iradenin verdiği mesaj doğrultusunda bir uzlaşı yönetim modelini istiyor; ülkeyi belirsizliğe götüreceği muhtemel olan yeni gelişmelerin olmamasını diliyor.

Bu dağılmış ruhlar, basında, sosyal medyada hiç bir üretim yapmayan, düşünmeyen, biat kültürüne yapışmış ve ‘öteki’ye sürekli laf sokan, hakaret eden ve giderek nefret söyleminin batağına girmiş kifayetsiz muhterisleri görmek istemiyor, ülkelerinin geleceği adına…

Lakin tüm bu isteklerin bugün için hiç de gerçekçi olmadığı, okun yaydan fırlamış olduğu görülüyor.

Yaşanması muhtemel olumsuzlukların bu ülkeye daha fazla zarar vermemesini temenni etmekten başka çaremiz yok, son tahlilde.

Sığınacak tek güvenli limanımız ise karanlığın ilelebet hüküm sürmeyeceği gerçeği olmalı. Yeter ki, ödeyeceğimiz bedel ağır olmasın.

Nazım’ın o ölümsüz, ‘en güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız’ sözleri, bizim için  ‘yaşayamayacaklarımız’a dönüşmesin.