Kıymeti harbiyesi olmayan bir yazı

Bu yazının hiç bir anlamı yok aslında. Naif bir başyazarın erken ölümler karşısındaki isyanını dile getiriyor, hiç bir işe yaramayacağını bile bile. Bu yazı arşiv içindir, gelecek kuşaklar okuduğunda değeri anlaşabilecek bir yazıdır belki de son tahlilde.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
29 Temmuz 2015 Çarşamba

Hani derler ya, ‘sıkıntınız veya derdiniz olduğu zaman mezarlığa gitmekte ve orada ölümü düşünmekte fayda var,’ diye. Orada ölümü tüm benliğinizle hissettiğinizde hayattaki çok büyük olarak algıladığınız ama aslında ölüm karşısında göreceli olarak önemsiz olan sıkıntılarınızla baş etmek gerektiğine karar verirsiniz. Ölümün mutlak olduğuna bir kez daha kani olduğunuzda da size hayatı zindan eden korkularınızı -ki hepsinin kökeninde ölüm korkusu vardır- yenmeyi veya en azından onlarla mücadele etmeye karar verirsiniz. Zira ölüm, evet mutlaktır, yani kaçınılmazdır. Sadece zamanı değişkendir.

Lakin en kabul edilmesi zor olan da zamansız olanıdır son tahlilde…

Avrupalı bir dostumun buralarda 6 ayını geçirdikten sonra acıyla sarf etmiş olduğu sözlerini hiç bir zaman unutamam. “Siz burada şansa yaşarken biz memleketimizde şansa ölürüz.” Açıklanmasına ihtiyacı olmayan ama aslında az gelişmiş bu toprakların makus talihini yenecek adımları atmak için hazırlanmış eşsiz bir uyarı levhası gibi durmuyor mu, önümüzdeki sıkıntılı yolda ilerlerken?...

Her ölüm erkendir mutlaka. Lakin 1-2 saniye önce sevdiklerinizle hayattayken, onlarla gelecek planları yaparken veya onlarla sevincinizi, üzüntülerinizi paylaşırken, hatta hayatın diyalektiğine uygun olarak onlarla münakaşa ederken 1-2 saniye içinde bu hayattan mutlak olarak kopmanın izah edilir tarafı zor olsa gerek. Dünyanın her tarafında trafik kazalarında nice hüzünlü hikâyeler duyduk, gördük ama ülkemizdekilerin sayısını görünce ve onlarca, yüzlerce insanın sessizce ve ardından onca hüzün hikâyesi bırakarak dünyayı zamansız ve hayatlarının baharında terk etmeleri karşısında taş olsanız üzülmez misiniz?

Dünyanın benzemeye çalıştığımız hangi gelişmiş ülkesinde tarlada çalışmak için insanlar kamyonların kasasında eşya gibi taşınır? O kamyonların şarampole yuvarlanmasıyla onlarca insanın terk-i hayatını nasıl açıklayabileceğimiz vicdanlarımıza? Bu soruları sormaya başladığınız an ise, çözüm için elinizi taşın altına koymaya karar verdiğiniz ana dönüşür.

Lakin bu topraklardaki o uğursuz atalet, bize bir şey olmazcılık, kadere mutlak teslimiyet ve dilimize pelesenk ettiğimiz, eğitimsizlik dediğimiz garabet, hüzün hikâyelerini önümüze koymaya devam ettirecek.

Bir de şuna bakın: Aracınızla otoyolun en sol şeridinde hızlıca gidiyorsunuz güvenli bir şekilde ve aniden sağınızdaki şeritten aynı hızla gitmekte olan devasa tırın şoförü koca aracı birden sizin gittiğiniz sol şeride kıvırıyor ve bir saniye içinde dünyaya gezegen çarpmışçasına terk ediyorsunuz yaşamı. Böylesi bir ölüm yakışır mı insana? Böylesi garip ve ölümcül hikâyeyi yaşamak için mi onca mücadele veriyoruz bu mendebur hayatta?

Bu şekilde, bir saniye içinde ölümle tanışan birinin gazetelerde koca koca ölüm ilanlarının ne kıymeti harbiyesi olabilir ki? Giden gitmemiş midir bilinmeze doğru bir hiç uğruna, iki saniye içinde? Ya o, bırakın yol kamerasından seyretmeyi, anlatırken bile boğulma hissini yaşatan kazanın katilce sola kıvıran şoförü nasıl yaşayabilecek her vicdanı kapısını çaldığında?

Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de bu toprakların bir türlü unutmak istemediği terör yüzünden erken ölümleri görmek durumunda da kalıyoruz bu sıcak günlerde. Nasıl bir toprakta yaşıyoruz? Gencecik insanların katledilmelerinde, sevdiklerini aniden terk etmelerinde neden ilahlar bu coğrafyayı seçer? Neden?

Ortadoğu’nun karanlık ve insan canının bir sineğinkinden değerli olmadığı bir kültürünün, kendisini bundan 100 yıldır kurtarmaya çalışan bu topraklara geri getirilmeye çalışıldığı bir yaz mevsimine mahkûm olmuş görünüyoruz. Ne yaptık da buna layık olduk biz? Veya neleri yapmadık da ilahlar tarafından cezalandırılıyoruz sıklıkla?

Zorluk içinde yaşayan çocuklara oyuncak götürmek için toplanan gencecik kalabalığa karşı yapılan katliam hangi kültürde kendini gerekçelendirebilir ki? Buna duyarsız kalanların ve hatta -utanarak yazıyorum!- “oh olsun” diyenlerin suratlarına nasıl bakabileceğiz? Biz onlarla aynı canlı genleri taşıyor muyuz?

 32 gencecik insan nasıl katledilebilir bir anda? Bu mu adaletin ey hayat?

Ya, uykuda kalleşçe öldürülen polislerden ne istediler? Bu nasıl bir intikam güdüsüdür, nasıl bir vahşettir?

Ölüm bu kadar ucuz mu olmalıydı buralarda ey hayat…?

***

Bu çığlıkların, hatta yazının tümünün aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yok, aynı katledilen canlarınki gibi. Zira bu coğrafya kanı kanla temizlemeyi kendine şiar edinmiş karanlık bir yer olmaktan çıkamıyor. Dediklerinizin de bir anlamı kalmıyor neticede…

Belki yarın bu çığlıklara birileri katılır, giderek kalabalıklaşırız. Belki o gün, ilahlar sesimizi duyar ve kim bilir şu makûs talihimiz yok olur gider.

Sisifos söyleminde olduğu gibi sırtındaki koskocaman kayayı dağın tepesine taşıdıktan sonra düşürüp tekrar yukarı çıkarmaya çalışmakla cezalandırılan kral gibi olsak da, belki bir gün o kayayı tepeye taşıyabileceğiz.

İşte salt bu yüzden; bıkmadan, usanmadan yazmaya, haykırmaya ve çığlık atmaya devam etmek gerek.

Aslolan yaşamdır zira, ölüm değil…