Bir grup arkadaşla Ayasofya ve Sultanahmet’i geziyoruz. Yıllardır yaşadığımız şehirde, defalarca gezdiğimiz yerlerdeyiz. Ancak bu sefer bir rehber eşliğinde geziyoruz. Demek oluyor ki daha önce bakıp da görmediklerimizi, görüp de bilmediklerimizi keşfediyoruz bir taraftan da.
Aynı anda bir cenaze haberi geliyor telefonlarımıza. Gencecik bir yaşta, henüz yaşamın baharında aramızdan bir ayrılış haberi.
İçimiz acıyor.
Bizans’ta, omfalyonun, dünyanın merkezi olduğuna inanırlar ve bir omfalyona sahip oldukları için övünürlermiş. İmparator omfalyonda taç giyer ve katıldığı her törende burada oturur, kendisinin de dünyanın merkezi olduğuna inanırmış.
Ayasofya’dan çıkıp Yerebatan Sarnıcına doğru ilerlerken küçük bir ters sapak yapıp Milyon taşının da önünden geçtik. Yıllardır aynı noktada duran Milyon taşı son senelerde ziyaretçilerin dikkatini çekecek şekilde çerçeveye alınmış, yanına da bir açıklayıcı tabela eklenmiş. Milyon taşı Bizans İmparatorluğu’nda Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan sıfır noktasıdır. Bir mesafe işaret noktası. Bir mim noktası. Sıfır noktası. Ya peki insanın sıfır noktası neresi, doğduğu an mı? Ölüm anı mı? Yoksa herhangi bir konuda düşünmeye başladığı an mı?
Dünyanın merkezi Omfalyon ile sıfır noktası Milyon taşı arasında gelen ölüm haberi yaşamı sorgulamama neden oluyor. Dünyanın merkezi tam olarak neresi? Sanki insanın kendi yüreğinin olduğu yer. Belki de insan, tam da her hangi bir konuda düşünmeye başladığı an, dünyanın merkezi oluveriyor. Sıfır noktası ve dünyanın merkezi üst üste biniyor. Yaşam kişinin kendi etrafında kendi algılarına göre ve kendi doğruları ile ilerliyor. Doğrularımızı sabit veriler olarak ele alıp kendimize buna uygun etiketlerle donatarak yaşadıkça esnekliğimizden kaybediyoruz. Doğruyu yaşadığımıza inandıkça dönüşüm şansımızı yitiriyoruz. Oysa yaşam değişim ve dönüşüm üzerine kurulu. Dünün doğruları bugünü yaratırken dönüşüyor. Dönüşümü görüp esneklikle uyum sağlayabilen yaşamın amacını gerçekleştirebiliyor. Oysa yaşamdaki dönüşümü görmeden, “kendi doğrum da doğrum” diyerek kendini, düşüncelerini sorgulamayan kişi zaman içinde mutsuzluklar ve haksızlıklarla karşılaştığını gözlemleyip üzülüyor.
Binlerce yıldır ayakta duruyor Ayasofya. Rehberimiz anlatıyor, Justinyen, Süleyman Mabedinden de daha ihtişamlı bir kilise yapmak istemiş. Bu nedenle Ayasofya’nın bir duvarında minik bir Süleyman Mabedi resmi yerleştirilmiş. Hatta aynı noktada yer alan 3. kilise olan günümüzde gezebildiğimiz ve MS 532-537 yıllarında yaptırdığı Ayasofya’nın açılışında Justinyen’in “Süleyman seni yendim” diye bağırdığı söylenir. Dönemin değerli bilim adamlarından Tralles’li Anthemius ve Miletli Isidorus Ayasofya’yı inşa ederken ihtişamlı güçlü kolonlarının altına esnek çelik plakalar yerleştirmiş. Bu nedenle her depremde kolonlar çelikten aldıkları esnemenin verdiği güçle ayakta yıkılmadan bin yıllara meydan okuyarak ihtişamını bize sunmaya devam edebilmiş.
İnsana dönersek, belki de esneme kabiliyetimizi bize veren tüm doğrularımızın altında yerleştirmemiz gereken o çelik plakalar sevgi ve şefkat olmalıdır. Ancak o zaman kırılmadan ve doğrularımızdan ödün verdiğimiz sanrısına kapılmadan kendi omfalyonumuz ve Milyon taşımız arasında huzur ve mutluluk dolu bir yaşam sürmek mümkün.
***
Mini hatırlatma: İlk Ayasofya 4. yüzyılda Büyük Konstantin tarafından inşa edilmiş minik ahşap bir kilise idi ve 360 yılında II. Konstantin tarafından yenilenmişti. 404 yılında bir yangında yok olan bu kilisenin yerine 415 yılında İmparator II. Theodosius ikinci bir kilise inşa ettirdi. Ancak bu kilise de 532 yılında Nika isyanı sırasında yıkıldı.
Omfalyon: Ayasofya’nın merkezindeki büyük dairesel alanın güney tarafında yerde bulunan, yunanca ‘dünyanın göbeği’ anlamına gelen, Bizans döneminde imparatorların taç giydikleri, değişik renklerde ve boyutlarda dairesel mermerlerle bezeli kare alan. Diğer bir Omfalyon Trabzon Ayasofya’sında bulunmaktadır.
Milyon taşı: Şehrin sıfır noktası. İtalya’da Roma şehrinde bulunan bir diğer anıt olan Milliarium Aureum ile aynı işlevi görmektedir. Bizans’ın yeniden inşası ve başkent kimliğini kazanması esnasında yapılan birçok görkemli anıt gibi İmparator I. Konstantin tarafından 4. yüzyılda yerleştirildiği düşünülür.