Geçtiğimiz günlerde Büyük Savaşın Avrupa ayağının bitişinin 70. yılı kutlandı. Dünya çapında, sivil – asker 70 milyon insanın hayatına mal olan bir savaştı bu. Bilimin yok etme dürtüsünün emrine girdiği, teknolojilerin daha fazla öldürmek adına geliştirildiği, ekonomilerin varlıklarını liderlere kaptırdığı, bireyin çaresizlik içinde oradan buraya savrulduğu, her tür yaşamsal dengelerin yok edildiği bir süreçten söz ediyoruz.
Aralarında çeşitli konularda benzerlikler bulunan birçok ülkenin veya halkın savaşı desteklediği, güçlünün, yenenin yanında olmak adına, ona şirin gözükmek adına girişilen katliamlara sessiz kaldıkları ortada. Öyle olmasaydı Hitler’in başlattığı yıkım ne bu denli uzun sürer ne de milyonlarca insanı yaşamdan koparırdı.
Son anına dek yaptıklarının bilincinde, kendisine yakıştırdığı misyonu gereği gibi tamamlayamamış olmanın üzüntüsü içinde, Hitler 30 Nisan 1945’te, sığındığı bunkerde intihar etti. Nazi idaresinin en debdebeli günlerinde yanında görünmek için yarışan, hatta zaman zaman bunun için birbirinin çukurunu kazmaktan geri kalmayan birçok isim, savaşın bu son dönemecinde kendisini geri çekmiş, adının onun adı ile birlikte anılmaması için inanılmaz çabalar içine girmişti. Hitler’in, Göring gibi, Himmler gibi Nazizm’in önemli isimleri ile bağları kopmuş, son gününde, yanında yalnızca Sekreteri Martin Bormann ile Propaganda Bakanı Joseph Göbbels ve ailesi kalmıştı. Zaten Marta Göbbels’in Hitler için derin duygular beslediği, Hitler’in ise Marta’yı yakınlarında bulundurmak adına, Göbbels ile evlenmesine önayak olduğu biliniyordu. Dolayısı ile bunda şaşacak bir şey yoktu.
28 Nisan gece yarısından biraz önce kaleme aldığı siyasi vasiyeti Alman gençlerine hitap ediyordu... Hitler burada Nazizm’e ve onun Almanya için biçtiği ideallere, buna ulaşmak için geliştirilmiş ırkçı yasalara sahip çıkılması çağrısında bulunuyor; yapılanların hiçbir şekilde yanlış olmadığını, uluslararası Yahudi ile savaşılmaya devam edilmesinin ve Yahudilerin geri dönüşsüz olarak yer yüzünden silinmelerinin Alman halkı için bir varoluş ilkesi olduğunu haykırıyordu.
Her zamankinden daha korku dolu, yaklaşan Rus ordusunun nefesini gün ve gün, saat ve saat daha fazla, daha yakından hisseden, çaresizlik içinde bulunduğu yerde sıkışıp kalmış Hitler, çoktandır intihar kararı almıştı. Öylesi bir durumda dahi yaptıklarını sorgulamaktan uzaktı… İnsanlığa ve canından çok sevdiği Almanya’ya bıraktıklarının ayırdında değildi. “Otuz senedir, tüm yaşamımda, düşüncelerimde halkıma derin bir sevgi ve sadakat besledim. Onları yaşamımın odak noktasına koydum…” diye yazmıştı…
Hitler değişmemişti. Yola çıktığında kendisinde var olan tüm liderlik vasıfları - eksisi ile, artısı ile – halen dipdiri duruyordu. Değişen etrafındakilerin ona bakışları ve onu algılayışlarıydı.
İçinde kendisini derinden kemiren bir şüphe vardı. Kendisine verilmiş olan siyanür haplarının etkisinden kuşkulanmakta, bunu öneren Himmler’in bir oyun oynamasından korkmaktaydı. Hapın çalışmaması, Rusların eline canlı geçmek demek olabilirdi. Bunker’deki son saatlerini anlatan tanıklara göre, bu süre içinde ana konu nasıl intihar edeceği etrafında geçmekteydi. Neticede kafasına sıktığı bir kurşun, asrın despotunu alır götürür.
Geçtiğimiz hafta Almanya’da katıldığım ticari bir fuarda, uzun zamandır tanıdığım Rus bir arkadaşım, Moskova’da yapılan yetmişinci yıl kutlamaları ile ilgili izlenimlerini, hissettiklerini anlattı uzun uzun. Hitler ve despotlukta ondan geride kalmayan Stalin’in bıraktıkları dünyanın üzerine konuştuk. Aramızdaki Alman arkadaşların söyledikleri ve / veya söylemedikleri ise Hitler’in bıraktığı mirasın kesin reddini taşımaktaydı… Hem de satır aralarında değil, söylemlerin en başında, açık açık. Olay ne dünyanın parsellenmesi ne de soğuk savaştı. Olay, Almanya’nın küllerinden doğması ve ‘kan ve demirle’ yapamadığını, çok çalışarak, üreterek gerçekleştirmesiydi.