İdil Biret, bir harika çocuğun portresi

Dalia MAYA Köşe Yazısı
15 Nisan 2015 Çarşamba

 

Başkasına çok farklı, çok özel görünen bir hal bazan kişinin kendisi için çok sıradan, çok normal görünebilir. Sıradan insanların ancak ‘mucizevi’ olarak tanımlayacağı bir deha, o hediye ile dünyaya gelmiş bir sanatçı için son derece normal olarak algılanabilir.

İdil Biret’i dinleme şansım oldu geçtiğimiz hafta. Bu sefer piyanosunun başında değil de, Pera Müzesi’nde İKSV Film Festivali’nin açılışında bir özel gösterimde. Yapımcısı Yoel Meranda ve yönetmeni Eytan İpeker’in gerçekleştirdiği ‘İdil Biret, Bir Harika Çocuğun Portresi’ isimli belgeselin gösteriminde bulunma şansım oldu. Belgeselin, İdil Biret’in yaşamını kronolojik bir zaman çizgisinde değil de zamanlar üzeri bir bakış ile, İdil Biret’in icrası ile müzik ruhumuza işlerken, bu harika kadının yaşam boyunca eğitmenleri, yakınları, çalışma arkadaşları ve tabi kendisi üzerinden çok da kişisel bir yaklaşımla, önce çocukluğundan ve arkadaşlarından bir anlamda koparılmış ve içine doğduğu, içinde yaşattığı müzikle bir olan bir insan olarak tanıtan bir bakış ile sunması benim açımdan oldukça etkileyici idi. Ancak bugün belgeselden bahsetmek istemiyorum. Şalom Dergi’nin nisan sayısında Eytan İpeker ve Yoel Meranda ile yaptığımız söyleşide belgeseli kısmen bulabilirsiniz. Öte yandan konu İdil Biret ise ve İdil Biret müzik demekse, belgeseli mutlaka izlemenin bir yolunu bulmalısınız. Kesin olmamakla birlikte Film Ekimi’nde farklı şehirlerde gösterime girmesi düşünülüyor. Ayrıca 2016 bahar aylarında DVD’si çıkacak.

Ben bugün daha çok, bu harika kadının gösterim sonrası izleyici sorularına verdiği cevaplara yoğunlaşmak istiyorum. Tüm mütevazılığı ile öylesine dersler içeriyordu ki sözleri, buraya kayıt düşmek istedim. Bugün söz İdil Biret’in.  Soru İdil Biret’in dehası ile ilgiliydi. Oysa o kendini deha olarak görmüyordu.  “Evet, bir kolaylığım var, ama kolaylık yeterli değil” diyordu. Nitekim belgesel boyunca, dehasının keşfedildiği beş yaşlarından itibaren, İsmet İnönü önderliğinde kendisine özel bir yasa çıkarılmasının ardından Paris’te önce Nadia Boulanger’nin yanında ve tüm yaşamı boyunca günlerini hayatını müziğe ve müzik çalışmaya adadığını, içindeki müzik yapma sabrını gözlemledik. Çalışırken İdil’in kendisi dahil her şeyi unuttuğunu anlatıyordu hayat arkadaşı, eşi, Şefik Yüksel: “Saatlerce aralıksız çalışırdı. O kadar ki, öğlen yemeğini vermek için ofisten eve gelirdim. Çünkü o, yemek yemeği bile unuturdu.” Ve çalışmasını bölmemek için ona söyleyeceklerini bir kağıda yazıp piyanosunun önüne koyarmış. Uzun çalışma saatleri, kayıtlar, konserler arasında geçen bu yaşamı beyaz perdede izlerken, İdil Biret’in aslında tüm o anlarda, bir bestenin icracısından öte belki de müziğin ta kendisi olduğunu düşünmeden edemedim. Nitekim kendisi de aynı şeyi dile getirmiyor muydu “Ben piyano çalarken piyanonun, ya da orkestradaki flütün, çellonun sesini duymuyorum, müziği duyuyorum” derken? Komşuları rahatsız olmasın diye, piyanosunun içine gazete kağıtları doldurup da ürettiği bir nevi sessiz piyanoda, bizler sadece tuşların mekanik sesini duyarken, onun saatlerce kendini müziğe kaptırmış olarak çalışması, tüm varlığı ile müziğe dönüşmesinin bir kanıtı değil mi? Ağırlık çalışması, piyanoya ve müziğe dayanıklı olmak üzere ağırlık çalışması yaptığı işe saygısından değil mi? Öyle bir saygı ki mesela, kendinden sonraki nesilleri eğitmek açısından, öğrenci alma konusunda fikri sorulduğunda “Bir öğrenci ile çalışıyorsanız eğer, o çalışma anında sadece ve sadece öğrenciyi dinlemeniz gerekir. O anda aklım ertesi gün çalacağım konserdeki bir detaya kayarsa, bu öğrenciye saygısızlık olur.” Ne yapıyorsanız, o olmalısınız demenin ne kadar güzel bir yolu. Ve günün teknolojik olanaklarından istifade ederken kayıtları dinleyin tabi, ama “Kopyaları değil, orijinalleri, hatta mümkünse konserlerde gerçek müziği dinleyin, sanatçıların icralarının aralarındaki farkı dinleyin” derken sanatçı ya da dinleyici gerçek yaşamda var olmayı hatırlatmıyor muydu bizlere? Tıpkı kendi olduğu gibi: Bizler için mucizevi bir deha, kendisi için son derece normal bir var oluş hali! Eskilerin mütevazilikten kastı tam da bu olmalı sanırım.