Ülkemizin ayrılmaz bir paydaşı olmak…

Bu yazımı kaleme alırken, tarihi Büyük Edirne Sinagogu’nun 1982 yılında kapılarını kapattıktan 32 yıl sonra duaya açıldığı gün yaşanan duygu selinden biraz arınmak, çoğumuzun kafasını kurcalayan sorunsallara daha gerçekçi bakabilmek istedim. Cemaatsiz bırakılan bu ibadethaneyi ne gibi bir gelecek bekliyor?

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
8 Nisan 2015 Çarşamba

Bin kişiden fazla katılımcının doldurduğu, birçoğunun bahçedeki büyük ekrandan izleyebildiği Edirne Sinagogu’nun 26 Mart tarihinde gerçekleştirilen açılış töreninde duygunun zirve yaptığı an; herkesin ayakta, giderek daha yoğun bir coşku ve alkışlar arasında,  ‘Evenu Şalom Alehem’ (Sizlere selam getirdik) şarkısını söylemeleri ile yükselen tempoyla, ‘Şofar’ sesleri eşliğinde adeta bir gelin gibi ‘Hupa’ altında getirilen ‘Sefer Tora’nın ‘Ehal’e yerleştirilmesiydi. Yanımda duran bir dostuma heyecandan; “Bu güne tanık oldum ya, artık ölsem gam yemem” dediğimi anımsıyorum.

Avrupa’nın üçüncü en büyük sinagogu sayılan Edirne Büyük Sinagogu’nun 1980’li yıllardan itibaren adım adım harabeye dönüşünü yüreğimiz sızlayarak izledik. Edirneli gazeteci Gökhan Tuzladan bir televizyon röportajında, 1985-87 yılları arasında çocuk yaşta olduğunu, sinagogun çatısı da çökünce, arkadaşları ile bilinçsizce, sözüm ona antikacılara pek çok Tevrat sayfaları, el yazmaları ve objeleri misket karşılığında değiş tokuş yaptıklarını anlattı.

Ve o gün karşımızda Edirne’nin bir zamanlar Yahudilerin yaşadıkları eski semtinde, bütün ihtişamı ile göz kamaştıran devasa bir ibadethane duruyordu. Edirne kökenli Yahudilerin terk edilmiş, şimdilerde bakımsız kalan evlerinin her basamağında hatıralarının yer aldığı, bir taksi şoförünün; “bir zamanlar burada çok asil insanlar, Yahudiler yaşardı” dediği bir semt. O semtte çocukluklarını geçirmiş, yurt dışından gelerek anılarını tazeleyen, hiçbir ayrılık gözetmeden bir zamanlar bir arada yaşamlarını sürdürdükleri eski dostları ile kucaklaşmak fırsatını bulan ziyaretçilerin adım başı anlatacak ne de çok yaşanmışlıkları vardı.

İki yıl kadar önce bir ziyaretimde Edirne Yahudi Mezarlığı’nın acınası halini görmüştüm. Her ne kadar pek çok gömü, inşa edilen binaların altında kaldıysa da, Türk Yahudi Cemaati yöneticilerinin kararlı tutumu ile törenden kısa bir süre önce, resmi makamların talimatı sonucu, yabani otların temizlenmiş ve tüm alanın çitler ile koruma altına alınmış olması ziyaretçilerin bir nebze yüreğine su serpti. Kimi, yakınlarının, atalarının kabrini bulmanın hazzını, kimi yıllarca görmediği dostlarına kavuşmanın sevincini yaşıyor, gözyaşlarını tutamıyordu. Hep güvenlik nedenleri ile kale gibi korunmuş ibadethanelerde dua etmeye alışmış bizler, açık havada Edirne halkının saygılı ve meraklı bakışları arasında ‘Kadiş’ duasını okurken bir ilki yaşamanın gururunu taşıyorduk.

Özel araçlarımızda kimi zaman dinlediğimiz İbranice bir pop müziğinin dışardan duyulmaması için çaba gösterdiğimiz halde, tören sonrasında Edirne Sinagogu’nun basamaklarından inerken, hoparlörlerden yankılanan İbranice şarkıların tüm çevreye yayılması bizleri nasıl şaşırtmazdı ki?

Bu yazımı kaleme alırken, o gün yaşanan duygu selinden biraz arınmak, çoğumuzun kafasını kurcalayan bir ikileme daha gerçekçi bakabilmeyi istedim. “Bayram değil seyran değil, ne oldu böyle?” demeyeceğim. Çünkü Türk Yahudileri Pesah Bayramı’nın arifesinde Cumhuriyet tarihinin en mutlu anlarından birini yaşamışlardı o gün. Evet, katmerli bir bayram sevincini tattık hepimiz. Dediklerine göre, 1951 yılında gerçekleşen Neve Şalom Sinagogu’nun açılışı dahi bu denli görkemli olmamıştı.

Doğru, son yıllarda iyice bunalan, kırılma noktasına gelen Türk Yahudilerine ve özellikle gençlerine bu duygular, güven hissi iyi geldi. Yine de yabancı basında yer aldığı gibi; “Türkiye’de antisemitizm zirve yaparken bunlar da yaşanıyor!” haber başlığı gerçeğin somut bir anlatımı…       

Törenin kilit cümlesini dile getiren Cemaat Başkanı İshak İbrahimzadeh oldu: “Maalesef bizler halen devletimize bağlı kimi kurumlarda dahi varlığını sürdürebilen, (…) Yahudiliği vatanımızın düşmanı, bizleri de toplumun bilinçaltlarına vatan haini olarak  gösteren söylemler karşısında her seferinde kendimizi bu vatanın sadık ve faydalı vatandaşları olduğumuz açıklamaları yapmak zorunda hissetmişiz.” Ziyaretçiler bu sözleri hararetle alkışlayarak, başkanın dile getirdiği bu tedirginliği paylaştıklarını göstermiş oldular.  

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise şu güvenceyi verdi; “Türk Musevi Cemaati ülkemizin ayrılmaz bir parçası ve eşit paydaşıdır”. Ancak Arınç’ın değindiği son derece önemli diğer nokta ise, bundan böyle bu ibadethaneyi yaşatma sorumluluğunun Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne, Türk Yahudi Cemaati’ne ve yurt dışındaki Yahudilere ait olduğuydu.

Akıllardaki soru şu; cemaatsiz bırakılan bir sinagogda Yahudi dinine göre dua edilebilmesi için mevcudiyeti gerekli olan on kişinin, ‘Minyan’ın sağlanması ne denli mümkün olacaktır?

Bu görev yalnızca cemaat yönetiminden beklenebilir mi? Bülent Arınç, görevin yurt dışındaki Yahudilere de düştüğünün altını çizerken biraz da hayal kuruyorum: Acaba elbirliği ile Prag kentinde ve dünyanın daha pek çok yöresinde olduğu gibi bu bölge kültürel ve dini bir cazibe alanı haline getirilemez mi? Örneğin, eski evler de restore edilerek turizme açılamaz mı? İstanbul’da, Kuledibi ve çevresi yıllar boyu bakımsız bir halde iken buraya yağan bereket niye Edirne’nin eski Yahudi Mahallesi’ne yağmasın, bu kültür mirası tüm dünya ile neden paylaşılmasın?