Metro

Joelle PİNTO Köşe Yazısı
25 Mart 2015 Çarşamba

Çıldırtıcı İstanbul trafiğinde daha az sinirli günler geçirmek için, bazen metroya binmeyi tercih ediyorum.  Park yeri sıkıntısı olan yerlerde ve özellikle de öğleden sonra saat beş bile olmadan ‘trafik olacak’ diye kalbimin sıkışmaya başladığı yerlerde… Böyle yerlere metro ile gittiğimde günümün sinirsiz geçtiğini hissediyorum, randevularıma da gecikmiyorum.  Tabii ki İstanbul gibi büyük bir şehirde, başta işyerim olmak üzere çoğu yere metro ile gitmek mümkün değil.  Daha geniş bir metro (yeraltı treni formatındaki metro) ağının olacağı günleri merakla bekliyorum. 

Belki yazı yazmayı sevdiğimden, belki de vapur ve tren haricinde hareket eden hiçbir taşıma aracında değil kitap veya dergi, WhatsApp mesajı bile okusam midem bulandığından, doğal olarak etrafıma bakıp insanları incelerim. Metroya binen yaşlı insanları, onlara yer vermeyi aklından bile geçirmeyen tamamen kaygısız, ilgisiz, cep telefonuna taktıkları beyaz kulaklıklarla müzik dinleyen gençleri, acelesi olanları, yeraltı treninin sesini duymadan kitabını okuyabilenleri, keyifli olanları, mutlu olanları, agresif olanları… Bir kabadayı edasında omuz atıp, ‘pardon’ bile deme nezaketini göstermeyenleri.  Bir buçuk saniye süren bir özür dilemek yerine, çarptığı insana günün nefretini kusmayı tercih eden, hem suçlu hem güçlü yolculara çok şahit oldum. Düşüncelerim “İyi ki bana rast gelmedi” ile “Bana rast gelecekti bu” arasında gidip gelirken, bazı insanların ne kadar sabırlı olduklarını, altta kalma kaygısı olmadıklarını, kendilerini sevdiklerini hayranlıkla izledim.  Sokağa çıktığınız andan itibaren, keyifsizliklerini kusacak mecra arayan birileri mutlaka karşınıza çıkacak.  Bu herkesin kullanabileceği bir yeraltı treninde de olabilir, bir uçakta da. Ne de olsa herkes bilgisayar başında ‘klavye şövalyesi’ değil… Metro’daki en problemsiz insanların genelde çocuklar olduğunu düşünürüm. Belki henüz kaygılarının olmadığından, belki öğretilmiş bir klostrofobileri olmadığından, belki de bir yere gitmenin heyecanını yaşadıklarından… Kim bilir?

***

Geçtiğimiz hafta Miryam Şulam’ın Açık Ruh Ameliyatı adlı röportajını okuduktan sonra merak edip, İzzet Memi’nin Açık Ruh Ameliyatı adlı kitabını okumaya başladım. ‘Farkındalık’ kavramı üzerine birçok kitap yazılmış olsa da, yazarın içinde yaşayan ‘ikinci ben’ ile soru cevap şeklinde yaptığı karşılıklı konuşmalar kitabı akıcı bir hale getirmiş.  Yazarın kitabın başındaki dürüstlüğü, kendi kendini kıskançlık ve bencillik gibi konularda bile açıkça eleştirmesi, kitaba şans vermem için vesile oldu.  Memi’nin kendi içine döndüğünde, maskelerinden arınıp kendi içine yaptığı bu yolculuğu organ organ anlatması kitaba renk katmış.  Farkındalık gelişiminde yapılan her yolculuğun, kişiyi daha huzurlu, daha özgür hissettirmesini dilerim. Her ne kadar çoğu kişinin kendiyle yüzleşmeye hazır olmadığını düşünsem de…