Ölümlerin ötekileştirilmesi ve ideolojik yaklaşımlar: Acılarımızı yarıştırmayalım!

Mois GABAY Köşe Yazısı
4 Mart 2015 Çarşamba

24 Şubat Salı günü öğle saatlerinde içimde bir endişe ile gitmiştim Struma anmasına. Nitekim 24 saat evvel kararı verilen, 73 yıl sonra ilk kez devlet nezdinde yapılacak bir anma töreni ister istemez “acaba” sorularını getiriyordu aklıma. Ellerinde “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Kurtarın Bizi” pankartları taşıyan 768 Yahudi, Sarayburnu açıklarındaki 70 günlük beklemenin sonunda Karadeniz’in buz gibi sularında kaderine terk edilmişlerdi. Bizden evvelki nesillerin anlatmamayı yeğlediği, üzüntülerini içlerine attığı derin yaralarımızdan biriydi ‘Struma faciası’. Kimi cemaat fertleri şüphesiz siyasilerin katılımı ile gerçekleşecek bir anmada farklı konulardan da bahsedilmesi endişesini taşırken, kimileri de son anda haberdar oldukları için katılamamışlardı törene. Anmanın yapılacağı Sepetçiler Kasrı’na vardığımda gözlerim Struma’yı daha evvel kaleme almış Halit Kakınç’ı, Struma’nın tanıklarından İshak Alaton’u aradı. En azından Zülfü Livaneli ve Bahar Feyzan orada diye sevindim. Anmanın en büyük kazanımları Cemaat Başkan Vekili Moris Levi’nin ifade ettiği “Zaten suçlanacak hiç kimse yoksa herkesin olayda bir sorumluluk payı vardır” sözleri ve Kültür Bakanı Ömer Çelik’in konuşmasında araya başka bir acıyı katmadan, hükümetin hassasiyetini dile getirmesiydi. Bundan sonra her yıl 27 Ocak’tan sonra 24 Şubat’ta da bir arada olup, acıları yarıştırmadan “bir daha asla” deyip unutmamak üzerine ahitleşmiştik.    

Kadiş duasının okunması esnasında duyulan ezan sesi, Hahambaşı Rav İshak Haleva ile Kültür Bakanı Ömer Çelik’in el ele denize bıraktıkları çelenk 73 yıl sonra gelen bir umuttu o güneşli salı gününde. Hep birlikte yalnızlaştığımız, kendi mahallemiz, inanç ve ideolojilerimizdeki acılarımızın dışındakilere sessiz kaldığımız bir dönemde, “Siz sadece kendinizden olanlar öldüğünde ağlarsınız” diyenlere karşı vicdan muhasebesiydi Struma. Kökü yüzyıllar evveline dayanan antisemitizm ile İslam karşıtlığını aynı kefeye koyanlara, Ortadoğu’da yaşanan acıları tarihte benzeri yaşanmamış Holokost ile karşılaştıranlara, Struma dendiğinde başka gemileri kastedenlere kısaca acıları yarıştırmaya kalkan vicdanını kaybetmiş beyinlere karşı geç de kalınsa bir empatiydi Struma anması. Gönül isterdi ki daha fazla halktan katılım olsun, sadece devlet büyükleri değil toplumsal tabanda da bu duyarlılık yaratılsın. Ötekileştirme ve nefret yüzünden gönül gözümüzü kapalı tutmak, sadece kendi mahalle ve inancımızdakileri hatırlamak yerine geçmişin yanlışlarında gelecek adına doğruları görebilmeliyiz. Biz kendi kimlik ve aidiyetimizi sorgulamazken, birilerinin bunu tartışması cemaat liderlerinin her konuşmada “ semavi dinlerin temsilcileri, İbrahimi gelenekten gelenler” gibi kavramları vurgulamasını mecburi kılmaktadır. Oysa bu sözleri dile getirirken bile farkında olmadan birilerini dışarıda bırakmıyor muyuz? Neden o zaman sadece bu toprakları paylaşan insanlar olarak özür dilemenin bir fazilet olduğunun bilincinde gerçeklerin üstüne gitmekten korkuyoruz?  Ermeni toplumunun 100 yıl evvel yaşadığı büyük felakete de, tarihimiz içinde farklı hatalardan kurban gidenlere de, Gezi olaylarında hayatını kaybetmiş gençlerimize de aklımız ve vicdanımız çerçevesinde sahip çıkmamız toplumsal barışımızı sağlayacaktır. Şimdi önümüzde yeni bir tarih var. Yakın zamanda açılacak Edirne Sinagogu… Dilerim Trakya’yı acı ve üzüntü ile terk etmiş dedelerimizin yaralarını sarmaya vesile olur. Gelin acılarımızın iç içe girerek kangren olmasına izin vermeden, üzüntüleri değil yaptığımız hayırlı işleri yarıştıralım. Radyoda, televizyon programlarında Ladino dilinde Sefarad ezgilerinin de yer bulduğu, Yahudi cemaati Purim coşkusunu yaşarken belediyelerin sokaklarda ‘Orejas de Aman /Aman’ın kulakları’ dağıttığı bir Türkiye hayal edebilsek keşke. Kim daha fazla acı çekiyor? Kimin yaşadıkları, kaynağı daha haklı ve hakiki? Eğer birlikte yaşama kültürümüzü kaybedersek önemi var mı tüm bunların? İç savaşın ortasında bir Papaz’ın dilinden “Kardeş Kavgası’nı” en iyi anlatan komşu edebiyatımızın ustası Nikos Kazancakis’in sözlerine kulak verelim: “Hiçbir şey ummuyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, ben özgürüm!”