Son Umut

Tülay GÜRLER KURTULUŞ Köşe Yazısı
21 Ocak 2015 Çarşamba

Gittiniz mi ‘Son Umut’a? Gitmediyseniz gidin! Gidin ve film nasıl çekilirmiş, bir rol nasıl oynanırmış görün.

Film, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Kuvay-i Milliye’nin kuruluş dönemlerinde geçiyor. Dönem, İstanbul’un İngilizlerin işgali altında olduğu, Mondoros’la ülkenin parçalandığı, yabancı askerlerin ülkenin dört bir yanında boy göstermeye başladığı dönem… Acılı, yorgun, mutsuz ama umutsuz olmayan askerin halkla el ele tutuşmaya başladığı, kıpırdadığı dönem…

Filmin orijinal adı, The Water Diviner. Avusturalyalı bir çiftçi olan Connor’ın üç oğlunu da Çanakkale Savaşı’na göndermesiyle başlıyor. Çanakkale Savaşı’nın ardından Türkiye’ye gelen Connor’ın tek hedefi uzun süredir haber alamadığı oğullarının izini bulabilmek. Connor’ın İstanbul’da başlayıp Çanakkale’ye ve oradan da ülkenin çeşitli yerlerine uzanan bu arayış yolculuğunda en büyük destekçileri Türk subayları Hasan ve Cemal oluyor.

Yönetmenliğini Russell Crowe üstlenmiş ve bu şahane senaryoyu Andrew Anastasios ile Andrew Knight yazmış. Filmin oyuncu kadrosunda Russell Crowe, Olga Kurylenko, Jai Courtney ve Isabel Lucas da rol almış.

Hikâye, Avusturalyalı bir adamın Çanakkale Savaşında kaybolan üç oğlunu aramak için buraya gelmesiyle başlıyor. Hikâye; bir babanın isyanı, bir erkeğin duyguları, bir insanın savaş karşısındaki çaresizliği birbirine eşit bir biçimde son derece büyük bir başarıyla yazılmış.

Russell Crowe, kendi hikâyesini yaşarken bir başka memleketin hikâyesinin içine giren bir adamı canlandırıyor. Ama gerçekten ona can veriyor. Sanki oralara gitseniz o aileyi bulacakmışsınız gibi, oturup onunla bir ekmeği paylaşacakmışsınız gibi… O kadar sahici…

Russell Crow için söylenecek çok söz yok zaten.  2001 yılında Gladyatör filmiyle en iyi oyuncu Akademi Ödülünü, 2001’de biyografik bir drama filmi olan A Beautiful Mind’da ki oynadığı John Nash rolüyle En İyi Erkek Oyuncu BAFTA Ödülünü almıştır.

Filmde, İstanbul’a bakarken bir tarih kitabının satırları üstünde geziniyormuşsunuz gibi oluyorsunuz. Film; baharat ve parfüm kokan sokakları, çarşıları, satıcıları, tezgâhları; camileri, minareleri, kubbeleri ve sonsuz güzelliğiyle ama bunları izleyicinin gözüne sokmadan, onda sadece gerçek bir farkındalık uyandırarak veriyor.

Hikâyenin kurgusu bir insanın yazabileceği en güzel biçimde planlanarak yazılmış. Filmin başında verilen bir ayrıntıyla ortalarda, ortasında verilen bir diğeriyle filmin en sonunda karşılaşıyorsunuz. Bazen içiniz sızlıyor, bazen gülümsüyorsunuz.

Sürprizlerle yürüyorsunuz filmde.

Çıktığınızda içinizi beton kırıcıyla delmişler gibi bir his kalıyor. Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’a hayran oluyorsunuz. Türk sinemasında belki de son yıllarda yetişmiş en başarılı yazar, oyuncu ve sanatçılar olarak filmde inanılmaz bir performans sergiliyorlar. Gurur duyuyorsunuz, hayran oluyorsunuz.

Ve şunu anlıyorsunuz:

En iyi oyuncular bizde, en iyi malzeme bizde… Acı tatlı; en iyi senaryolar da bizde… O zaman en iyi senaristlerin, oyuncu ve yönetmenlerin bizden çıkması asla tesadüf olmaz.

Biraz inanmak, biraz güvenmek ve en önemlisi de desteklemek gerekiyor.

Bu sebeple filme gitmelisiniz.

Hikâyesi, coğrafyası ve oyunculuğu bize ait olan bir filmin renk değiştirip nasıl büyülü bir hal aldığını göreceksiniz.