İyilik de akıl işi değil

Yankı YAZGAN Köşe Yazısı
10 Aralık 2014 Çarşamba

Hep ‘rahatını bozmak akıl işi değil’ deyip geçerim. Ancak ‘rahat batması sendromu’nun yaygınlaşması, hayatımızın iyileşmesi için, ya da iyi şeyler yapabilmemiz için giderek daha fazla gerekiyor. Değişik röportajlardaki sorulara verdiğim cevaplardan ‘kolaj’ bu yazıda vicdan, değer, iyilik gibi içi doldurulmadan kullanılan kavramlara kafa yordum. Rahatınızı kaçırdıysam içim rahat edecek.

 

Toplumda statü yükseldikçe, statü sahibi olanlar bazı insani şeyleri unutuyorlar, değil mi? Mesela iyilik kavramı?

Statü (ya da güç) sahibi olan insanların birçoğu her konuda başkalarında bulunmayan hakların doğal ve ebedi sahibi olduğunu düşünüyor. Varsayıyor. Bu haklar realitenin bir parçası olarak hayatına girmiş olan birçok kişi ise, bu haklarından rahatsızlık duyuyor. Statü sahibi olup da fazladan haklarından rahatsızlık duyanlar statülerini kısa sürede yitirebiliyorlar. Güçsüz sayıldıklarından ötürü… Kim tarafından? Haklarını çiğnemekten rahatsız olduğu insanlar, haklarının çiğnenmesine alışmış oldukları için. Ezilmek alışkanlık yaratır mı? Ezilmeyi bağımlı kılıcı yöntemlerle birleştirirseniz, ezmeden altta tutarsanız, bu mümkün. Biraz paradoksal gelebilir.

İyilik, kötülük kavramlarını yazılarınızda sıkça kullanıyorsunuz.

Biraz felsefi kaçıyor belki, ama iyi olmak, doğruculuk, bir başkasını bilerek incitmekten kaçınma gibi değerlere hayatımızda yer verdiğimiz ölçüde daha mutlu olabiliriz… Aklıma geliveren ve beni utandıran ama paylaşmasam olmaz bir örneği aktarayım. Kitap yürütme alışkanlığı genç olduğumuz yıllarda içinde olduğum çevrede çok yaygındı. Bu alışkanlığın meşru sayıldığı bir arkadaş grubunun içinde yer aldıysam da, bir süre uzak durdum. İyiliğimden değil, yapmaya  korktuğum için. Bir gün ‘artık ben de yapmalıyım’ diye cesaretlenip, harekete geçtim. Osmanbey’deki Sander Kitapevi masalara dizilmiş kitap düzeni ile bugünün büyük kitapçılarının öncüsüydü. Sadece kitap satardı. Planım şöyleydi: Önce bir kitabı parayla alacaktım, böylece diğerini de şüphe çekmeden aşıracaktım. Satın almak istediğim kitabı (Freud and His Followers, 1981 yılındayız) fiyatı nedir diye sormak için kasaya götürdüm. O gün kasada oturan kişinin kitapevinin sahibi Necdet Sander olduğunu o sırada öğrendim. Necdet Bey kitabı elinde çevirip şöyle bir baktı: “Bunun kenarı yırtılıp, yıpranmış, sen de buraya sık geliyorsun, görüyorum. Bu da hediyem olsun, para istemez” dedi…

Ben ilk ‘eylem günü’mde bu iyilik eylemi karşısında dağıldım. O güne kadar o kitapevinden çalınmış bütün kitapları tanıdıklarımın evinden toplayıp oraya geri getirecektim, mümkün olsa, ortak günahımızı affettirebilmek için. O dönem, şimdiki korsan kitap piyasası henüz olmadığı için, gençlerin parasının az olması, kitap okumanın yüce bir amaç sayılması ile birleşince, bu durum aleni hırsızlıkları herkesin gözünde meşrulaştırıyordu. Kötü ve iyi ayrımını ilk kez bu kadar net görüp, kendi ‘kötü’lüğümün idrakine varmıştım.

Ancak, davranışın somut sonucunu görme fırsatının (kitapevi sahibinin gönlü bol davranışını gördüğümde olduğu gibi) doğması, amaçlarımızı ya da eylemlerimizi sorgulamamızı sağlar. Karşımızdakinin iyi biri olduğunu görmek, bizde de iyi olma, karşımızdakine karşılık verme ve kendimizdeki kötü yanı kontrol altına alabilme hissini uyandırır. Dünya bu biçimde batmadan dönebiliyor belki de.

Bu kavram biraz da vicdan sorgulatması yapıyor değil mi? 

Vicdan mistik ya da dinsel bir kavram sayılmakla birlikte, aynı zamanda iç dünyamızın dışarısıyla dengede olmasını  sağlayan bir sosyal ve psikolojik aygıt. Vicdanlı olmaktan vazgeçmemek, yaşamaya devam edebilmenin bir gereği. Bir ihtiyacın büyüklüğünü anlamanın yolu, öyle olmadığımız (örneğin vicdansızca davrandığımız) zamanları düşünmekten  geçer.

Günümüzde sadaka kültürü  ön planda. Bu da bir anlamıyla vicdan rahatlatma mı?

Vicdanın sesini dinlemekle, vicdanını rahatlatmak arasında fark var. Örneğin, iftar çadırı  kurmak, vicdanı rahatlatıcı olabilir. Bunu şehir meydanına iftar çadırı kurarak yapmak ise, Doksan’larda başlamış olan gösteriş kültürünün bir parçası… Sadaka, insan olmanın verdiği temel hakları değil, sadaka verenin vicdani rahatlığını gözeten yanıyla, tek taraflı bir ‘iyilik’ durumu yaratıyor. Bu çerçevede, vicdan ve iyilik gibi ‘ahlaki’ sayılacak kavramlar karşılıklılık, denklik ile birleşmediğinde yetersiz kalır, hatta ezici, altta bırakıcı bir etki de yaratmaktadır, diyebilirim. Karşılıklı, birbirini gözeten, karşılık beklemeyen, ama karşılığını kendiliğinden oluşturan...  Daha önemlisi, bireyler olarak, sadaka değil, hakkımız neyse onu istiyoruz, diyebilmek.

Ama topluma büyük bir iyilik yapılıyor yardım edenlerin dilinde…

İyilik yapma sahtekârlığa en uygun kılıfı da sağlayabilir… Benim de uzman kadrosundan katıldığım bir televizyon şovunda Otizm hastaları için bağış toplanmaktaydı… Şöhretler, büyük işadamları aklınıza gelen herkes arıyor, ismi anons ediliyor, bilmem şu kadar bağış yaptı vs… Ama aylar sonunda, bir de bakıyorsunuz ki, büyük bağışçıların çoğu, yaklaşık üçte ikisi vaatlerini tutmamışlar.  Her şeyin sahtesi var; kopyacılığın makbul sayıldığı bir kültürde, bağış yapmış gibi gözüküp, sonra yan çizmek sürpriz sayılmaz. Hatta akıllıca bulunur. Daha önce söylediğim gibi, başkasına yararı dokunacak bir şey için rahatını bozmak akıl işi değildir.