Boş işler

Selin SÜAR ORAL Köşe Yazısı
3 Aralık 2014 Çarşamba

Sanat, insanların duygu ve düşüncelerini renk, biçim, çizgi, ses, ritim veya sözlerle bir amaç doğrultusunda, belirli yöntem ve araçlar çerçevesinde özgün ve etkili biçimde ifade etmeye dayanır. Sanat olgusuna baktığımızda, yaratma süreçlerini de kapsadığını görmekteyiz. Bu ise doğrudan doğruya toplumun düşünce dinamiklerinin kalitesine hitap eden bir kavram olarak karşımıza gelir. Birçok kişi tarafından sanat ve sanatçı kavramı günümüzde ne yazık ki hali vakti yerinde olan, yapacak başka bir işi olmayan veya bir başka deyişle ‘canı sıkılan kişilerin yaptıkları boş işler’ olarak değerlendirilmektedir. Oysa toplum tarafından anlaşılamayan, içi doldurulamayan sanat kavramı, toplumun yapısını da göz önüne sermekte ve bu yapı, yozlaşmış olan kültürün egemenliğini gündeme getirmektedir. Sanatın yapısına bakıldığında dünya tarihinde yeniliği, gerçeklikleri, toplumun yapısını, yaşanan sosyokültürel süreçleri ifade etmesinin yanında, sanatın önemini kavrayabilmiş yöneticiler tarafından sanata büyük pay ayrıldığı, devlet eliyle sanatın desteklendiği görülmektedir. Biçimi veya formu ne olursa olsun salt eğlence olarak tanımlanamayacak olan sanat, halkın yönlendirilmesinde en birincil kavramlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla iyi bir sanat eğitimiyle gerek duyuşsal, gerekse bilişsel algılar güdümlenip harekete geçirilmektedir. Sanatla ilgili olan ve sanat eğitimi almış bireylerin, araştırmacı, sorgulayıcı, analitik düşünme yetisine sahip olan, sorunlar karşısında çözüm üretebilme kapasitesine bulunan, estetiksel yönü kuvvetli kişiler olduğu görülmektedir. Sözün kısası, sanatla ilgilenmek, sanat eserlerini yorumlayabilmek veya eser üretebilmek tüm insanlıkla ilgili bir kıstastır. Bugün iki kavram arasında paralellik kuramayan, kendisine verilmiş bilgiler dışında düşünme ve araştırma yoluna gitmeyen, kendi yorumlarını dile getiremeyen gençlerin sayısı azımsanmayacak derecede. Ezberciliğin egemen olduğu eğitim sistemimizde kalıplaşmış fikirlerin dışına çıkamayan, özgürce ve özgün düşünemeyen bireyler, ne yazık ki her geçen gün toplumu daha büyük bir yokoluşa sürüklüyor.

Elbette ki iş sahası daha geniş olan sayısal derslere çocuklarını yönlendiren aileleri bu konuda kimse eleştiremez. Başta konservatuarlardan, peşi sıra diğer sanat dallarının eğitimini veren güzel sanatlar fakültelerinden mezun olup iş bulamayan yüzlerce mezunun varlığı yadsınamayacak derecededir. Suç, çocuğunun geleceğini düşünen ailelerde değil, bu alanlara gözlerini tamamen kapatan devlet politikalarında gizlidir. Yine de ortaya çıkan sonuca bakıldığında, bilgisayarın kullanımının da artmasıyla her yeni gün, geleceğin ‘düşünme yetisi alınmış robotları’na bir yenisinin eklendiği görülmektedir. Tabii bunların yanı sıra sanatın ‘zengin işi’ olması da durumu zorlaştırmaktadır. Bugün tiyatroya, sinemaya, konserlere, müzeye ya da operaya gitmek isteyen kişiler, bilet fiyatları nedeniyle boğazından kısarak fedakârlık etmektedir. Keza piyasaya sürülen DVD’lerin can yakıcı fiyatları, bireyleri korsan alıma itmekte; devletin korsana hayır çırpınmaları, ekonomik altyapısızlık ve istikrarsız politikalar nedeniyle sonuçsuz kalmaktadır.

Ülkemiz gençleri, hafta sonu etkinliği olarak alışveriş mağazalarının arasında yer alan, tüketime endeksli, tekelleşen dağıtım şirketlerinin gösterime sunduğu filmlere gitmektedir. Ancak gittikleri filmlerin popüler türler arasında, sorgulamaya imkân vermeyen, düz bir hikâye yapısı olan ve seyirlik eğlence olarak adlandırabileceğimiz ticari filmler olduğu görülmektedir. Sinema bir sanat olarak, bir ölçüde festivaller aracılığıyla halka ulaşsa da yalnızca belirli bir kesimin izlediği, halk tabakasından seyirci çekemeyen bir sanat dalı olan opera, geçenlerde ilgimi çekip, bu yazıyı yazmama neden oldu. İtiraf etmeliyim ki elimden geldiğince birçok festivali, konseri, tiyatro oyununu ya da sergiyi takip etmeye çalışan benim bile çok da ilgilenmediğim bir yerde kalıyor. Dünya tarihine baktığımda operanın yerinin ne derece büyük olduğunu görmem ise bu konudaki eksikliğimin utancını yaşatmaya yetti.

Rönesans’tan sonra İtalya’da görülen bir tiyatro çeşidi olan opera, temsile dayanan büyük bir müzik eseri. Konu ses ve tiyatro artistleri tarafından söylenip oynanırken, müzik de konuyu dile getirir. Opera en yüksek ses müziği eseri olarak yorumlanabilir. Çeşitlerine bakıldığında konusu acıklı, şarkılı, baştan başa müzikli oyunlar olan operalara, 17. yüzyılda komik unsurların da eklenmesiyle güldürücü opera da denilen Operakomik (Opera Buffa) ortaya çıktığı görülmektedir. Ülkemizde ise tarihe bakıldığında operanın Cumhuriyet tarihinde desteklendiği görülür. Kuruluş döneminde; tiyatro, opera, bale ve çoksesli müzik gibi sanat kolları; çağdaş uygarlığın göstergeleri olarak belirlenmiş ve bu alanlarda gösterilecek gelişmelerin, Cumhuriyetin toplumsal dönüşümünün temel göstergeleri olacağı belirtilmiştir. Her ne kadar sanat alanında yapılan atılımlar arasında sinemanın her daim üvey evlat olarak görülmesine biz sinemacılar hayıflansak da bu hedefe yönelik olarak; tiyatro, opera, bale ve çoksesli müzik alanlarında toplumun estetik algısını geliştirerek, kültürel gelişime katkıda bulunmak amacıyla, devletin idari ve mali desteğini alan yeni kurumların oluşturulması için yasalar çıkarılmıştır.

Türkiye’de çok sesli müzik alanında önemli atılımlar

Bugün, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın temeli olarak görülen ve 1828’de kurulan saray orkestra ve bandosu Mızıka-i Hümayun, 1924’te Ankara’ya aktarılıp Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti’ne (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) dönüştürülmüştür. 1924 yılında Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin kuruluşu ve Türk Beşleri’nin eğitimleri için yurt dışına gönderilmeleri çok sesli müzik alanında Türkiye’nin attığı en önemli adımlardandır. Türk Beşleri olarak anılan Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses ve Ahmet Adnan Saygun dünyaca tanınan sanatkârlar olarak çoksesli müziğin gelişimine önemli katkılar sağlamışlardır. 1936 yılında Musiki Muallim Mektebi, konservatuara dönüştürülmüş ve okulun ilk mezunları, 1941-1942 sezonunda Ankara’da Tatbikat Sahnesi’nde ilk opera temsillerini vermeye başlamıştır. Bununla beraber tiyatro, opera ve bale sanat dallarını bünyesinde bulunduran Devlet Tiyatroları 1949 yılında kurulmuş ve Devlet Opera ve Balesi 1970 yılına kadar Devlet Tiyatroları teşkilatında bir bölüm olarak yer almıştır. 1970 yılında Devlet Opera ve Balesi Kuruluş Kanunu gereğince ‘Kültür ve Turizm Bakanlığı’na Bağlı Kuruluş’ olarak atfedilmiş ve Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü adını almıştır. 1960 yılından beri faaliyetlerine ayrı yerel bir kuruluş olarak devam eden İstanbul’daki Opera ve Bale Topluluğu da 1970’te İstanbul Devlet Opera ve Balesi Müdürlüğü adı altında bir şube olarak merkezi yapıya bağlanmıştır. Peşi sıra İzmir 1982’de, Mersin 1990’da, Antalya 1997’de ve Samsun Müdürlüğü de 2008’de ayrı birimler olarak kurulmuş ve Ankara’daki merkezi yapıya bağlanmıştır. Doğal olarak sayılan şehirler dışında opera etkinlikleri belli başlı bölgelerden uzağa gidemediği için ülke nüfusunun yüzde 70’i opera ile tanışma fırsatını bulamamaktadır. Bulsa bile operaya gitme ihtiyacı hissetmeyen toplum, operayı tanımadığından belirli bir eğitim düzeyine sahip, belli yaş aralığında, gelir durumu iyi olan belirli izleyici kitlesi ile konservatuarlarda eğitim veren öğretmenlerin, sanatçıların ve bu kişilerin yakınlarının ve ailelerinin dışında operaya giden olmamaktadır.

Sanatı geliştirmek adına, opera binaları açılmalı, teknik altyapı sağlanmalı ve bununla beraber devletin de önayak oluşturduğu kültür sanat aktivitesi olarak toplum, operaya; hatta birçok sanat dalına yönlendirilmelidir. Bununla beraber sanatçılar için telif hakları korunmalı, onların eser yaratmaları özendirilmelidir. Aksi takdirde; gerekli koşullar oluşturulmadığı sürece bir toplumda sanatın ve sanatçıların varlığından söz etmek olanaksız hale gelmeye başlayacaktır. Bugün, para sorunu; bir başka deyişle maddiyat, sanatın içine karışmış haldedir. Maddiyatı en üst değer haline getiren ekonomik sisteme sahip toplumlarda sanat olgusu da bu etki altında ezilmektedir. Oysa sanat, bir ‘boş zaman işi’, ‘zengin uğraşı’, ‘can sıkıntısı’ değil; insanın insan olduğunu anlayabilmesi için nefes kadar gereklidir. Sanat, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olmalıdır ve yönetimlerin, sanata verdiği değer, ayırdığı bütçe ve halkı bilinçlendirmesi; bu açıdan olmazsa olmaz politikalar olarak yerini almalıdır.