Şehirde bir hafta sonu

Köşe Yazısı
19 Kasım 2014 Çarşamba

David OJALVO

 

Cuma akşamüzeri, mesai bitimi, Maltepe’de bir oteldeki iki günlük bilimsel toplantının ilk akşamında yola çıkıyoruz. Saat 6’ya yaklaşıyor ve Boğaziçi Köprüsü’nde trafik yoğun. Dostumla buluşacağım. Yanlışlıkla Kâğıthane’deki tiyatro sahnesinde aldığım oyuna yetişeceğiz. Gergin hissetmiyorum, trafiğe sabır gösterebiliyorum; çünkü 1,5 saat kadar yolda kalacağımı öngörmüştüm. Avrupa yönünden Asya yakısına doğru köprünün aksi istikametinden ek şerit vermişler. Köprünün ve şehrin ışıklarına karşı güzel duygularım trafik nedeniyle yine de sisler altında.

Hava serin, sokaklarda inceden yağmur Mecidiyeköy tarafında, ıslanıyoruz. Yedi buçuk suları alışveriş merkezinde hızlıca yemek yiyoruz. Tam buğdaydan makarna lezzetli; ama vakit darlığı tadı damakta bırakmaya fırsat tanımıyor. Sıra geliyor taksi çevirmeye, yağmur hızlanıyor. Alışveriş merkezinin önündeki araçlar yolcu beğenmiyor, yoldan gelip geçenler yolcu beğenmiyor, taksiye binene dek neredeyse Gayrettepe’ye kadar yürüyoruz. İstanbul’da taksiye binmekten hoşlanmadığımı yeniden hissediyorum. Dostum “Mecidiyeköy cehennemi” diyor; içten içe bu tanımlamaya hak veriyorum.

Kağıthane’de ilk kez tiyatro izleyeceğiz; ne sinirli taksi şoförü ne de biz biliyoruz sahnenin yerini. Marifet kalıyor akıllı cep telefonundaki navigasyona… Oyun 8.30’da, 8.27’de taksiden iniyoruz; ama geldiğimiz noktada ne tiyatro var, ne de bulunduğumuzun yerini doğrulayacak kimse… Anlaşılan akıllı telefon ve uygulamalarına da bir “Türk işi” yakıştırması yapmak gerekecek. Bir yanım Kağıthane’de tiyatro sahnesi bulunmasını takdirle karşılıyor, öte yanım şehrin karmaşasına akıl erdirmeye çalışıyor. Hal böyle olunca Beyoğlu’na geçiyoruz. 1-2 kadeh bir şeyler içeceğiz; ama keyif yok. Beyoğlu, çoktandır o ilk tanıyıp sevdiğim yer değil. İstiklâl Caddesi asfaltla kaplanmış, Beyoğlu’nun masasız sokakları, meydanı ıssızlaşmış, Gezi Parkı Olayları sonrası havada biber gazının acılığı asılı kalmış.

Cumartesi bilim aşkına sabahın erken saatlerinde yeniden yollardayım. Beşiktaş – Kadıköy vapurunda nostalji arıyorum. Çayla tost, deniz havası iyi geliyor. Raylı sistemlerin İstanbul’da geliştiği hissedilir gerçeklerden. Kadıköy – Kartal metrosuyla rahatlıkla Maltepe’ye varıyorum. Akşamüzeri dönüş yolunda Bağdat Caddesi üzerinden geçiyorum. Yol boyu dükkânları, lokantaları izliyorum; keyifli görünüyor, şükür. Akşamüzeri Teşvikiye’de hafif bir yemeğin ardından tiyatrodayız eşimle. Beckett’in oyununda başrol ışık düzeninde, sahne tasarımı da başarılı; fakat oyunun içeriğini sevemiyorum. Neyse ki oyun bir saatte son buluyor ve elimizde kahvelerle akşam yürüyüşü yapıyoruz.

Nice nöbetin arasında Pazar uykusuyla hasret gidiyorum. Dışarıda kahvaltı edesim var. Beşiktaş Çarşı’ya iniyorum. Unutmuşum, Avrasya Maratonu var. Dolmabahçe tarafından Karaköy’e doğru yürüyorum. Kaldırım kenarları pet şişelerle dolu… Çevrecilik anlayışımıza hayran (!) kalıyorum. Karaköy’e vardığımda tüm kafeler tıklım tıklım; oturacak hiçbir yer yok. Ancak Tünel’de soluklanıyorum. Haberler içimi kararttığından ötürü gazeteyi aralıklarla okuyorum bir süredir. Seçimimi kitap okumaktan yana kullanıyorum bu Pazar da. Demli çay gibisi yok yanında. Öğlen üzeri ilk kez Yenikapı istasyonundan aktarma yaparak, Kocatepe’ye geçiyorum. Büyüklüğü bazen bunalım hissi doğursa da, bu kez aklımdaki küçük liste ile spor ve ev eşyaları satan iki kocaman mekâna uğruyorum. Akşamüzeri ıhlamur içmek içinse annemle buluşuyorum.

Eve dönüş yolunda sıranın köşe yazımı hazırlamaya geldiğini biliyorum. İki soru kafamda dönüyor. “İstanbul’da nasıl yaşıyoruz biz?” ve “Bu hafta ne yazılabilir?”

Masaya oturuyorum ve yanıtları karınca kararınca sayfamda topluyorum.