Basılması gereken düğme

Avram VENTURA Köşe Yazısı
6 Ağustos 2014 Çarşamba

Viyana’ya daha yeni elektrik bağlanmıştı. Freud’ün evine köyden bir arkadaşı ziyarete gitmiş. Gece olduğunda arkadaşına odası gösterilmiş. Köylü bir başına kaldığında, önce tavandan sarkan elektrik lambasına şaşırarak bakmış. O yaşına kadar, hiç böyle bir şey görmemiş; evinde yalnızca gaz lambasını ya da bir mumu yakıp söndürmeyi biliyormuş. Bir süre ne yapacağını düşünmüş. Sonra bir sandalyeye çıkmış, lambayı incelemiş, üflemiş, söndürmek için bildiği her şeyi denemiş. Bu arada saat de ilerlediğinden, odasından çıkıp birine sormaya çekinmiş. O anda kendini bir aptal gibi duyumsamış. Onu kuşatan utanç duygusu ve alışmadığı fazla ışık yüzünden bütün gece hiç uyuyamamış. Sabah odasından çıktığında bitkin bir durumdaymış. Köylü arkadaşını böyle gören Freud, “Çok yorgun görünüyorsun, uyuyamadın mı?” diye sormuş.

“Artık bunu gizlemenin bir anlamı yok, çünkü burada üç gün kalacağım; bu ışık beni öldürecek. Ona bakmak bile tüylerimi diken diken ediyor. Onu nasıl kapatmalı?” diye sormuş.

Freud onu duvara doğru götürmüş ve elektrik düğmesini göstermiş. Adam denemiş; açmış, kapatmış ve birden kahkahayı basmış. Sonra da,

“Bu kadar basit bir şey ve ben bütün bir gece uğraştım, ama onu bulamadım!” demiş.

Nerdeyse kundaktan inen çocukların, elektronik aygıtlara karşı olan yeteneklerini izlediğimde, yukarıdaki öykü aklıma geliyor. Teknolojik ürünler karşısında, çoğu kez kendimi o köylünün çaresiz durumunda görüyorum!

Çocukluğum geliyor aklıma: Televizyon daha ülkemize girmemişti. Tüm teknolojik yenilikleri ancak gazetelerde çıkan haberlerden ya da dergilerden okuyabilir, onları ancak hayal gücümüzle besleyerek ne olduklarını anlamaya çalışırdık. Görsel olarak bizi etkileyen, her yıl İzmir Enternasyonal Fuarı’nda, devletlerin açtıkları pavyonlarda sergilenen ürünlerdi. Bize yeni düşünce ufukları açan birçoğunu, büyük bir hayranlık ve şaşkınlıkla izlerdik. Özellikle Japon ve ABD stantlarında yer alan teknolojik aygıtlar, arkadaşlar arasındaki konuşmalarımıza farklı bir heyecan katardı. Bu gün yeni bir buluşun bırakın haberini almak, -onu zaten piyasaya çıkarmalarının çok öncesinden biliyoruz- dünyanın herhangi bir ucunda bile, en kısa zamanda ürününe sahip olabiliyoruz.

İşin doğrusu, raflarda yerini alan her aygıtı kullanmak için bir bilgi ve deneyim gerekiyor; ancak daha eski teknolojilerden gelen bir birikimle, yenilerine çok kısa zamanda uyum sağlayabiliyoruz. Bu evrelerden geçmeyen biri için, ilk kez karşılaşacağı bir aygıtın karşısında, nasıl bir davranış sergileyebileceğini kestirmek olanaksız.

Tahsin Yücel’in, uzun bir süre önce okuduğum Kumru ve Kumru romanını anımsadım. Şehre ilk kez bir kapıcının eşi olarak giden Kumru’nun, tüm eşyalara karşı olan şaşkınlığını, onlara karşı değişen davranışlarını, çok güzel ve çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Bir başına kaldığı buzdolabının karşısında nerdeyse secdeye geliyor, televizyonu, yürüyen merdivenleri gördüğünde, onları bir “şeytan işi” diye nitelendirerek, büyük bir kaygı ve korku duyuyor. Kentli insanlar bile çok farklı görünüyor gözünde.

Romanın kahramanı olan Kumru, bir simge kuşkusuz! Hangimiz, bilgisizliğimiz karşısında onun umarsız, şaşkın, belki de gülünç durumuna düşmüyoruz ki?..

Hangi düğmeye ve niçin basacağımızı bilemediğimiz anda, her aygıt bize yabancı ve kaygı verici görünür.