Yalnız kadın ve kimsesiz okurları için…

Mois GABAY Köşe Yazısı
9 Temmuz 2014 Çarşamba

Daha gidilecek yerlerimiz var

Şu sohbetinizi dinler gideriz

Coştukça şarkılar, türküler, sazlar

Rakı mı şarap mı, içer gideriz*

Büyükada’da bir yaz akşamı, seneler sonra tanıdık yüzler… Sahildeki balık lokantalarının en sonuncusunda oturmuş yalnız kadın, bir gecelik özgürlüğünün şerefine kadehleri ardı ardına dikmekteydi. En güzel çağı bu olgunluk yaşlarıydı. Bu gece o en güzel zamanların aksine tepeden tırnağa sade bir kıyafetle çıkmıştı insan içine. İşlemeli göğüs dekolteli bir bluz üstüne kırmızı, lacivert tonlarında bir ceket ve krem bir pantolon giymeyi tercih etmişti. Taşlarla süslü iç içe girmiş bir kalp ve Hamsa figürlerindeki yüzüğü sadeliğini biraz örtmekteydi. Ayakta zor durmasına rağmen, birazdan İskele’deki halka gülümsemek ve kendini göstermek inceliğini yerine getirecekti. Ne olmuştu? O zamana kadar yaşadıkları evlenme çağındaki yalnız kadını neden mesut etmemişti? Etrafa gösterdiği mutluluk maskelerinin, nevi şahsına münhasırlığının dağılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Yan lokantadaki masanın diğer ucunda sıkıntıyla etrafı izleyen adamı fark etti. Çalan telefonda duyduğu sesle irkildi yalnız adam, o kadın değil miydi bu satırları yazdıran? Bir an bile düşünmeden yalnız kadının masasına geldi. Kalbi kıpır kıpır, doya doya gözlerine baktı yalnız kadının. Ona kızgın olsa da özlemişti yalnız kadını. Ne var ki özlemek, her zaman özlediğimize bir an önce kavuşmak, özlediğimizi gerçekleştirebilmek anlamına gelmezdi. Yalnız kadının gitgide içinde daralmasına rağmen, seçkin bir çevresi ve hayatı vardı. O akşam seneler sonra Anadolu Kulübü’nde yeni bir mekânın açılışı yapılacaktı. İçerisi hınca hınç dolu, gelenler kapıdan çevrilirken yalnız kadın yine forsunu kullanmıştı.

Masadan kalkıp, iskeleye yürüdükleri yol boyunca geçmişi anımsadı. ‘By Şükrü’nün önünden geçerlerken içindeki kara bulutlar biraz olsun dağıldı. Fondaki Rumca şarkılar sildi kulağının pasını, sirtaki yapmaya yeltendi, yalnız adam bir köşede oturmuş onu izlerken. Derken, İskele Meydanı’na vardılar. Kulüp yolunda ilk çocukluk aşkı ile öpüştüğü merdivenleri, bir erkekten ilk kez hediye aldığı anı hatırladı yalnız kadın. O yaşta duyumsanılmasına akıl erdirilemeyen, ama sonra bir anıya dönüşüp hep hatırlanan, içini sızlatan duyguları anımsadı. Geçmişte Kulüp üyesi olmasına rağmen sırf arkadaşları ile beraber Le Bouquet’ye girmek için üstünden atladıkları duvar, komşularının bahçesi ve yılların eskitemediği görevliler yerli yerindeydi. Kapılar teker teker açıldı, yüzlerde görülmeyen maskeler, yıllar geçmiş ve herkes yine oradaydı. Şimdiye kadar en iyi öğrendiği, mutluluk rolünü oynadı. Yalnız adam bir adım arkasında, meraklı bakışların arasında bir geceliğine kiraladığı lüks bir arabayla hava atar gibiydi. Kalabalık içindeki muhabbet genelde aynıydı. Aynı tatillere giden, aynı markalardan giyinen ve aynı şarkılarla eğlenen bir sürü insan bir an bile başarısızlığı düşünmeyip, çaresizliklerini unutup yüksek hedeflerinden dem vuruyorlardı. Pinokyo’nun burnunu gölgede bıraktıracak palavralar, küçük hesaplar ve büyük dümenler sarmıştı etrafı. Bütün bu eğlencenin içinde boğulduğunu hissetti yalnız kadın. Sevdiği adam onu bırakıp uzağa gitmiş, ailesinin küçükten beri onun için beslediği mükemmellik hayalleri ise yarım kalmıştı. Onun yaşına gelmiş her genç kadın evlenmeli ve çocuk yapmalıydı. Yükseklerde yırtıcı birer kuş gibi dava kazanılana dek, uğrunda kendini feda ederek mücadele etmek miydi hayat? Dostlarının ısrarı sonucu, sahile inip hava almaya karar verdi yalnız kadın. Son vapurla döneceklerdi İstanbul’a. Kulüp’ten çıkarlarken kulağına çocukluk günlerinden bir melodi çaldı. Küçüklüğünde hafta sonları denizden döndükleri saatlerde bahçede canlı orkestra eşliğinde eskinin müzikleri yankılanırdı. Papatya gibisin beyaz ve ince/ Eziliyor ruhum seni görünce/ Keşke söylemeseydim gizli hislerimi… Sahi, kim daha mutluydu bu hayatta, bazı akşamlar sokağa çıkan, açık hava sinemalarında el ele tutuşan, az ile mutlu olmayı bilen insanlardan ne kalmıştı geriye? İskele’ye hızlı adımlarla yürürken son vapuru çoktan kaçırdıklarını fark etti. Bir an için ümit doğdu yalnız adamın içine, ta ki iskelede bekleşen kalabalık Bostancı’ya takadan bozma bir motor ayarlayana dek. Bostancı’ya yanaştıklarında ardarda telefonu çalmaya başladı yalnız kadının. Dolmuş durağına vardıklarında gözyaşlarını tutamıyordu artık, “sadece yaşamak istiyordum,” dedi yalnız adama sarılırken. “Değişmeye çalıştım, olmadı, yapamadım.” “Kuşlar gibi özgür olman için dua edeceğim,” dedi yalnız adam, arkasına bakmadan uzaklaştı. 

Bize hayat diye sunulan formüllerin, toplum içi baskıların sonrasında, farkına varmadan yalnız adam ve kadınlara dönüşebiliyoruz. Kimimiz sürüden ayrılmamak adına kabulleniyor bu durumu, bazense en mutlu görünenimiz indiriyor maskesini. Geriye ise, kaybedilmiş yıllar ve ıskalanmış mutluluklar kalıyor. Kendimizi unutup toplum için yaşamaya başladığımızda kaptırıyoruz hayatımızı bu trene, etrafına ışık saçan ama kendisine ışık veremeyen mutsuz insanlar olarak yaşanamamış mutluluklara kaldırıyoruz kadehimizi. Yalnızlık tutkusuyla yalnızlık korkusunun birleştiği şarkılarda, gizli gizli yaşlanmayı göze alıyoruz. Peki ya nereden gelmiştik bu hikâyeye? Şişli’den, Nişantaşı’dan daha ferah ve konforlu dairelere geçmeyi amaç edinerek mi başladık bu sonu olmayan hayat yarışına? Ne zaman yetmez oldu Musevi Lisesi’nin koridorları, çocuğum birkaç dil bilsin, en iyi okullarda okusun diye kendimizi parçaladık? Yoksa sorun zamanlarında, karşılıklı söylenen duygu dolu sözcüklerin altındaki mesajları mı atladık? Ne zaman vazgeçtik biz olmaktan? İlk hatayı nerede yaptık?

* Özdemir Asaf’ın “Kalmak Türküsü” adlı şiirinden