Ağaçlar için yeşerebilir misin?

Köşe Yazısı
9 Nisan 2014 Çarşamba

David OJALVO


Erken gelen akşamlardan, çıplak ağaç dallarından, sisli havadan bize daha fazlasını söylemedi bu yıl kış. Nisanla birlikte ağaçlar yeniden yeşermeye başladı, bahar ılıklığını hissettiriyor. Eylül – ekim döneminde güne inceden sızan sisin de bir görkemi olabileceğini keşfettim. Şu sıra ağaçların gencecik, narin yaprakları dikkatimi çekiyor. Keşfetmek, görmek istedikten sonra doğa her yönüyle muhteşem. Algılarımı açtım. Günlerin uzaması keyifli… Odalarımıza, koridorlarımıza ışık lazım… Görsel olarak aydınlandıkça, karanlık düşüncelerin kasveti bir parça hafifliyor.

Mevsimlerin dönümü, doğanın her yıl aynı yolu izlemesi bize ne anlatıyor? Tabiatın canlanmasında veya yaprakların dökülmesinde anlam aramak belki pek mantıklı değil; ama yine de, bu baharın aktarmak istedikleri var gibi. Doğadaki değişim kendi içinde. İnsanoğlu müdahale etmediği sürece usta bir denge var. Çiçekler usulca açmasını biliyor, arılar yeniden kovanlarından ayrılıyor, kediler uyanıyor, lale mevsimi yaklaşıyor… Az önce vurguladığım bu muhteşem düzen, yeri geldiğinde mekanik görülebilir de. Sonuçta doğa görünmez bir takvime sıkı sıkıya sadık ve başkaca olasılıklar üretmeyecek. Doğa böylelikle güvenilir. Oysa insanoğlu farklı ve huzursuz… Değişim arayışının sınırları belirsiz, medeniyetin kazanımları kısıtlı, haritalar çiziliyor, tabiatla mücadele sürüyor ve çevre dengesi zarar görüyor. Ağaçların sadeliği bizden uzakta… Lalelerin, kedilerin dili yok; insanoğlunun kulakları tıkalı. Özünde genelleştirmelerden kaçınmak istiyorum. ‘İnsanoğlu’ kavramını kullanırken huzurlu değilim. Sadece son dönemde toplumsal olaylar öylesine yoğun ve karışık ki, yer yer yeşile özeniyor, imreniyorum. Sosyal medyaya yasakçı müdahaleden seçim sonuçlarına, dış politikadan ekonominin gidişatına haberler kirli ve çok gürültülü. Doğaya ve onun kusursuz akışına imrenmem biraz da gelecek kaygısından kaynaklanıyor. Ekolojik dengenin ne dereceye kadar kendini koruyabileceği dahi şüpheli; fakat bugün için gelecek yılın baharına güvenebiliyorum. Göğün mavisi, günbatımının yaz aylarındaki berraklığı, sonbahardaki kızıllığı beni rahatlatıyor. Oysa toplumun farklı kesimlerinden nice bireyin hatırında yığınla soru işareti var. Değişen eğitim ve sınav sistemleri, iş arayışı, pahalılaşan hayat, daha ne kadar yozlaşabileceğini sorgulamaktan vazgeçtiğim siyaset… Seçimlerden önce, Orwell’in meşhur ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ dönemini de geride bırakmaya başladığımızı anladım. Artık büyük birader, büyük biradere karşı…

***

Caddedeki herhangi bir ağaçla sohbet edebilirdim. Trafiğin gürültüsünden, az miktardaki toprağımı kirleten bireylerden şikâyetçi olabilirdim. Oysa esas korkum kesilmek veya uzun vadede küresel ısınma sonucu kurumak olabilirdi. Ben ve ağaç kardeşlerim kuruduğunda, diğer canlıların da artık yanımda barınamayacağını bilirdim. Gelgelelim insanın, ötekine karşı gaddarlığından ürkmem için ağaç olmama gerek yok. İç huzuru korumak emek gerektiriyor. Hazindir ki, giderek daha çok bireysel hedefleri düşlüyoruz. Öğrendiklerimiz, okuduklarımız toplumsal ideallerin gitgide olanaksızlığa kaydığını hissettiriyor. Buna karamsarlık mı demeli, gerçekçilik mi? Bireysellik ile toplumsallık arasında sanırım bir uçurum büyüyor. O uçurumun içinden doğan garabetin adına da ‘bencillik’ deniyor. Bu noktada ağacın sesini duyar gibiyim. “Gölgem herkese yeter” diyor.

İlkbahar bu yıl bize ne anlatıyor? Sorumun yanıtı belirsiz, sönük mü? Baharın coşkusunu arıyorum, yeşile yabancılaşmamak için çabalıyorum. Tek başına iyimserliğin çoktandır esprisi yok, farkındayım. Zira iyimserlik, şimdilerde - hiç olmadığı kadar - özveri demek…