İnsan sosyal bir varlıktır. En temel ihtiyaçlarını dahi giderirken bir topluluk içinde olmak ister ve bir parçası olmaktan mutluluk duyacağı gruplara karşı bir aidiyet duygusu geliştirir. Saygı, sevgi ve güven hisleri ile harmanlanmış bu aidiyet duygusunun şu veya bu şekilde zarar görmesi, insanın yaşantısına derinliği kestirilemeyebilecek sekteler vurur. Bu anlamda, kişinin içinde bulunmaktan mutluluk duyduğu böylesi toplumdan kopartılması, bu toplum içinde tecrit edilmesi, etrafındakilerin kendisine sırt çevirmeleri, çevresindekiler tarafından dikkate alınmaması gibi durumların travmatik sonuçlar getireceğini söylemek pek de yanlış olmaz. Hele hele durum kronikleşmiş bir özellik arz ediyorsa birey üzerindeki etkileri yıkıcı olabilir.
Her tür mağduriyetin, yoksunluğun, dengesizliğin yaşandığı savaş halleri bu anlamda birey için ideal ortamlar hazırlamaz elbette. Kişinin içinde yaşadığı düzenin bozulması, toplumsal ihtiyaçların karşılanamaz hale gelmesi, geri dönüşsüz sonuçlara neden olur.
Şimdi teoriyi bir yana bırakıp pratikte olanlara bakalım bir de… Çok uzağa değil içinde bulunduğumuz coğrafyayı paylaştığımız Suriye gibi, Irak gibi ülkelere bakalım. Biraz daha uzakta Afganistan’a bakalım ya da daha gerilere gidip, dağılma sürecindeki Yugoslavya’ya, Rus tanklarının hedefi Gürcistan’a bir göz atalım… Bugünün Ukrayna’sını, Kırım’ını akla getirelim. Daha ciddi konulardan dolayı olsa gerek artık medyamızda yer bulamayan ancak hâlâ aşılması gereken önemli sorunları bünyesinde yaşatan İsrail – Filistin çekişmesini düşünelim.
Göreceğimiz hep aynı şey olacak. Paylaşılamayan iktidarın, insanlar arasındaki ahengi paramparça eden hırsın kucağına düşmüş siyasetçilerin veya kendilerini lidermiş gibi tanıtan insanların, hesapsızca dünyayı parsellemeye çalışan güçlerin biçimlendirdiği bir dünya… Ve bu dünyada kendisine yer bulmaya çalışan, sokaktaki insan. Kendisine dikte edilen gündemi kabullenmeye zorlanan, çareleri birer ikişer elinden alınan, savrulan, sis perdesi ardında kendisinden kaçırılan gerçekleri mum ışığı ile aramaya mahkûm edilen sokaktaki insan. Yani bizler… 20. yüzyılın diktatörleri döneminde yaşananların hala toplumsal gerçeğin ta kendisi olmaya devam etmesi, uygarlaştığını farz ettiğimiz toplumlarımız için bir utanç olmalı, oysa.
Stalin 5 Mart 1953’te tarih sahnesinden çekti gitti... Resmi rakamların çok ötesinde ölü bıraktı. Sovyet arşivlerinin kısıtlı da olsa araştırmacıların kullanımına açılması ile birlikte, 20 ila 30 milyon insandan söz edilir oldu. Muhaliflerine, Sovyet sistemine karşı çıkan ve özgür yaşamayı arzu eden etnik ve dini azınlıklara karşı giriştiği amansız savaş, halkını ortada bırakan bir liderin nelere mal olabileceğini göstermesi bakımından ibret verici.
30 Nisan 1945’te, Sovyet orduları tarafından abluka altına alınan bunkerinde intihara beş kala vasiyetnamesini kaleme alan Hitler’in Alman halkına bıraktığı mirasın, Nasyonal Sosyalist hareketi yeşerten gerçeklerin çıkış noktasından çok uzakta olduğu bir gerçektir. Bin yıl sürecek III. Reich’tan geride kalanlara, ırkçı yasaların sürdürülmesi gerektiğini, Ari ırkın yüceltilmesinin ve Almanya’nın hak ettiğini almasının esas olduğunu, Yahudiler ile onlar dünya üzerinden tamamen silininceye dek savaşılmaya devam edilmesinin – hâlâ – Alman halkı için bir varoluş nedeni kalması gerektiğini haykırıyordu, son nefesinde. O da halkını ortada bıraktı ve gitti.
Birbirlerine bu denli düşman, öte yandan yaşamdan beklentileri bu denli benzer iki lider karakter aynı zaman dilimi içinde kolay kolay bir araya gelmez. O günlerden bugünlere lider tanımlamasında veya liderin davranış şeklinde nitelik anlamında pek bir şey değişmedi sanki.
Tito dönemi sonrasında yaşanan etnik çekişmeleri isteyerek ya da istemeyerek yanlış yönetenler arkalarında veremeyecekleri hesapların yanında birbirlerine güvenleri hasarlı bir nesil bıraktılar. Irak’ta Saddam’ın öne geçemediği hırsı, kendini olduğundan daha büyük gösteren gururu bir halkın çöküşüne neden oldu. Ülke parçalandı. Suriye’de Esad sosyal talepleri daha doğru okuyup gerekli reformları zamanında yapsaydı iç savaş bugünlere gelmez, ülke kimliği belirsiz grupların insafına terk edilmezdi. Sudan’ın ikiye bölünmesi süreci de benzer şekilde, toplumları ezen nitelikte olmazdı belki de…
Avrupa 19. yüzyılda başlayıp geçtiğimiz yüzyılın ortalarına dek uzanan zaman diliminde kendini bulmak için çok çalıştı, çok savaştı. Bugün elde ettiği değerler kan ve gözyaşı üzerine kurulu… Avrupa Birliği sıkıntıları ile hep ağızlarda… Sorunları var ve yaşanan bu sorunlar herkesin gündeminde… Ancak kimse sorunların niteliğini irdelemiyor, sorunların kalitesine bakmıyor, bunları çözmede üretilen alternatiflerin olgunluğunu es geçiyor. İşte bu olgunluk demokrasinin işaret ettiği bir durum. Sokaktaki adamın ortada kalmadığı, sistemin ona sahip çıktığı bir gerçek.
Aksi durumda sokaktaki adam ortada kalıyor. Maalesef ülkemiz dâhil bu böyle yaşanıyor. Yukarıdaki çekişme halleri aşağıdakileri nefessiz bırakıyor, kimin umurunda? Adalet zan altında, gerçekler sis perdesinin ardında… Kime ne? Ancak işin kötüsü bunun böyle olduğunun farkında olanlar da azınlıkta. Zaten, sanki yaşanan sorunların kalitesizliği de burada yatıyor. Anlayacağınız, ortada kalan ortada bırakıldığının farkında değil…