On Birinci Emir

Kundera’ya göre gazeteci sorular soran kişi değildir, bunları sormak için, hem de kim, konu ne olursa olsun soru sormak için kutsal bir hakka sahip olan kişidir. Gazetecinin gücü bir soru sorma hakkında değil, bir cevap talep etme hakkında yatar.

Mois GABAY Köşe Yazısı
20 Şubat 2014 Perşembe

Sanatında özgür ama vatanında yasaklı yazar Milan Kundera’yı çoğumuz ‘Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ ile tanırız. Albert Camus ve Jean Paul Sartre’ın varoluşçuluğu temelden ele alan eserleri yanında Kundera da modern zamanlarda somutluk içinde soyut bir bilgi kapısını da aralayan, derinliği olan az sayıda yazardan biridir. Onu Doğu Avrupa yazarlarından ayırıp bir dünya yazarı yapan en önemli unsurlardan birisi de yaşadığı coğrafyanın sorunlarını bir ‘dünya’ romancısı olarak ele alabilmesidir. Kundera “Bir roman başarılı olacaksa yazarından daha akıllı olmak zorundadır” derken hem Fransız entelektüellerini eleştirir hem de roman yazmaya niyetlenenlere yazarın toplum önündeki asıl görevini hatırlatır. Yazarın varoluşçuluktan kopmadan, yaşamı ve ölümsüzlüğü sorguladığı eseri ‘Ölümsüzlük’ ise günümüzün sorunlarına da değinmesi ile her okuyucuya ayrı bir mesaj verebilecek zenginliktedir. Geçtiğimiz hafta ana akım medyanın temsilcilerinden bir gazete ve kanalın Genel Yayın Yönetmeni’nin canlı yayındaki itiraflarını düşündükçe Kundera’nın gazetecilere atfettiği ‘on birinci emri’ bir kez daha hatırladım.

Kundera’ya göre gazeteci sorular soran kişi değildir, bunları sormak için, hem de kim, konu ne olursa olsun soru sormak için kutsal bir hakka sahip olan kişidir. Gazetecinin gücü bir soru sorma hakkında değil, bir cevap talep etme hakkında yatar. Musa Peygamberin “yalan söylemeyeceksin”i Tanrı’nın On Emri arasında sıralamadığına dikkat buyurun. “Yalancı şahitlik yapmayacaksın” “yalan söylemeyeceksin”i kapsar mı? Çünkü “yalan söyleme” diyen kişi daha önce “Cevap ver” demiş olmalıdır, oysa Tanrı hiç kimseye ötekinden bir cevap talep etme hakkını bahşetmemiştir. “Yalan söyleme,” “Gerçeği söyle,” bir insanın eşiti kabul ettiği sürece başka bir insana vermemesi gereken emirlerdir. Emreden ile itaat eden arasındaki eşitsizlik, bir cevap talep etme hakkına sahip olanla cevap vermek zorunda olan kadar derin değildir. Bu yüzden cevap talep etme hakkı kişiye ancak istisnai durumlarda verilmiştir. Çağımızın manevi yapısı içinde “yalan söyleme, gerçeği söyle” buyruğu on birinci emir olmalıdır. Gazeteci ve yargıçlar da bu buyruğun uygulayıcısı olmalıdırlar. On birinci emrin talep ettiği gerçek ne inançla ne de düşünceyle ilgilidir, bu en alt varlık bilimsel basamaktaki gerçektir; şeylerin tamamen pozitivist gerçeğidir. Politikaya girmeye gönül veren her kimse gazeteci karşısında bütün hayatı boyunca kara tahtada sorguya çekilmeyi en baştan kabul etmiş sayılır. Politikacının kaderi gazeteciye bağlıdır. Peki ya gazetecinin kaderi kime bağlıdır? Tabii ki onlara ödeme yapanlara. Gazetecinin “gerçeğin peşine düşme” emrini yerine getirememesinde de bu ardı arkası kesilmeyen çıkar ilişkisini aramak gerekir. Günümüzde kimi baskıcı hükümetler “cevap isteme” hakkını kendilerine tanımışlardır. Halkın ne düşündüğünden, aile içinde konuşulanlara kadar bir dinleme sistemi bu baskının temelini oluşturur. Hem ana akım medyayı elinde tutan hem de iktidar ile yakın ilişkide olan menfaat sahipleri gazetecinin on birinci emri, toplumun bekçi köpeği vazifesini yerine getirmesini manipüle ederek engellerler.

Geçtiğimiz hafta ‘onurlu gazeteciliğin’ sonradan kazanabilecek bir olgu değil, sadece kaybedilebilecek bir değer olduğunu izledik ekranda. Çareler tükendiğinde ‘istifa etmek’ sisteme uyum sağlamamak adına gerçeğin ırağına düşmektense temize çıkarır gazeteciyi. Ünlü gazetecinin 45 dakika boyunca “sadece ben mi, hangi yayın yönetmeni baskı altında değil” diyerek günah çıkarması, itirafları gazetecilik adına bir trajediyi de gözler önüne serdi. Peki, geride kalan diğerleri ne ders çıkarabildi gazetecilik adına bu oturum sonrasında?  Haksızlığın, her türlüsü karşısında dimdik durmayı, demokrasiye sahip çıkıp, toplum menfaatini kendi menfaatinin önünde tutmayı, kanunların önünde herkesin eşit olmasını benimseyebildik mi bu sürede? Seçim kampanyalarının hız kazandığı, hizmet sunmak adına binlerce sözün telaffuz edildiği bir dönemdeyiz. Ne kadar cesur gazetecilerimiz, bu sözlerin hangisini sunmayı seçerlerken?  Hepimiz kimi zaman akıntıya karşı kürek çektiğimizi düşünürüz. Geleceğe taşımak zorunda olduğumuz en temel hakları savunmak bugünden cesur olmakla, ısrarla unutturulmaya çalışılan değerleri hatırlatmakla mümkün olur. On Emrin hemen hemen unutulduğu bir dünyada haysiyetli bir yaşam için on birinci emrin işlemesi gerekli!