Önemli bir kavşağın 100. yılı

Marsel RUSSO Köşe Yazısı
12 Şubat 2014 Çarşamba

Tarihin sayfaları ağır ancak kararlı bir şekilde ileriye doğru devinir ona tabi olan bizleri önüne katıp sürüklerken, kafayı biraz kaldırıp geriye doğru bakmak gerekir, zira hayat geleceğe doğru yaşanırken geçmişe doğru anlaşılır.

İçinde yol aldığımız yıl, geçmiş yüzyıldaki bir dizi büyük trajedinin kapısını aralayan acımasız bir savaşın yüzüncü sene-i devriyesi. Genelde en büyük tahribatın 1939 – 45 arasında yaşandığı algısı vardır, oysa 1914’te başlayan Birinci Dünya Savaşı, öncesindeki kaotik durum açısından olsun, sonuçlarının iyi okunamaması açısından olsun ya da şövalye ruhunun getirdiği “savaş etiğinin ‘yerini’ kazanmak için her girişim mubahtır” mantığına bırakması açısından olsun, tam bir yıkımdır.

Kılıçla başlayan bir savaştır 1914! Kılıçla başlayıp, makineli tüfekle biten… Birbirine karşı düzenli safla ilerleyen orduların, at üstünde askerlerine konuta eden komutanların yerini, derin siperlerde günlerce hatta haftalarca savaşarak yaşamaya mahkûm edilmiş askerler ve onları ölüme gönderen ancak kesinlikle bunun farkında olmayan komutanlar almıştır. Dikenli tel örgüler, ilk biyolojik ve kimyasal silahlar, dolayısı ile ilk gaz maskeleri, ilk manyetolu telefonlar ve nihayet ilk iptidai tanklar hep bu savaşta yaratılmış ve düşmanlar tarafından birbirleri üzerinde denenmişlerdir.

‘To End All Wars – Tüm Savaşları Bitirmek’ adını verdiği kitabında Adam Hochschild Avrupa’yı saran ateşe adım adım ilerleyen İngiltere’deki hallerin derinlemesine değerlendirmesini yapıyor. Savaşa karşı gelen bir avuç insanın toplumdan nasıl dışlandığını, savaşa engel olmak için harekete geçen değişik ülkeden sol düşünceli kadın ve erkeklerin, savaş yanlıları tarafından nasıl etkisizleştirildiğini gözler önüne seriyor.

Benzer anlatımları Alman gazeteci Sebastian Hafner’in makale ve kitaplarında da görmek olası. Savaşın hemen öncesinde muhafazakâr orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Hafner, Alman gençlerinin nasıl bir iştahla Birinci Dünya Savaşı’na katıldıklarını, savaşın başta İmparator II Wilhelm, tüm ülke yöneticileri tarafından, Almanya için nasıl onurlu bir çıkış yolu olarak sunulduğunu anlatır. Cepheden gelen haberler çocuk yaştaki akranlarının gururunu o denli okşar ki, normal sokak oyunları onları mutlu etmez olur. Son tahlilde, bu esnada Alman çocuklarının iliklerine işleyecek bu heyecan, Hafner’e göre ileriki yıllarda Nazi elitinin yaratılması sürecinde çok işe yarayacak, ağabeyleri siperlerde göğüs göğse mücadele ederken, evde, sokak aralarında ya da bahçede savaş oyunları oynayan bu nesil Almanya’nın yarınlarına imza atacaktır.

Keza yazar Ernst Toller  ‘Ben Bir Almandım – I Was A German’ adını verdiği otobiyografisinde savaşın soğuk yüzünü şöyle anlatır : “Etraf pislik, çamur ve ceset doluydu. İnsanlar neye karşı veya ne için savaştıklarını unutmuş durumdaydılar. Her şey yaşamda kalmak üzerine kurgulanmıştı, hatta sonunda bu bile anlamsızlaşmaya başlamıştı. Dünyanın intiharı yaşanıyordu adeta, tüm bir neslin imhası ile geleceğin yok edilişi yaşanıyordu…”

Bu gözlem, savaşın bilinmezinde yaşanan, çaresizlikle harmanlanmış yalnızlığı son derece yalın bir şekilde çarpıyor yüzümüze… Söyleyecek çok bir şey bırakmadan.

Ve sonrası… Uzun aylar sürecek ünlü Paris barış görüşmeleri. Muzaffer ülkeler, onların destekçileri ve kaybedenler arasındaki maraton… Kazananlar, kaybedenler… Sahi yüz sene öncesinden bugünlere bakabilselerdi, Paris’in ihtişamlı salonlarında yapılan görüşmelere katılanlar bugünleri görebilselerdi, hangi duygu ve düşünceler içinde olurlardı?

Bugün geriye baktığımızda Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarının doğru okunmadığını, barış sürecinin çoktan terk edilmiş olması gereken bir Avrupa zihniyeti tarafından ipotek altına alındığını söylemek yanlış olmaz: Yenen kayıtsız şartsız haklıdır.

Oysa barış görüşmelerine damgasını vuran Başkan Wilson’un  “toplumların kendi geleceklerini belirleme hakları vardır”  prensibiydi sanki. En azından kabile büyüklüğünde dahi olsa birçok toplum veya topluluğu Paris’e götüren ve görüşme masasına oturtan bu prensipti. Olmamıştı ne yazık ki! Eğri büğrü zemine tutunmaya çalışan prematüre barış ancak 20 yıl sürmüştü.